İbn Fadlan Seyahatnamesi e-kitap
Kısa bir bilgi: İbn Fadlan
veya İbn Fazlan Bazı kaynaklarda İbn Fazlan, bazı kaynaklarda İbn Fadlan
olarak geçer her ikiside aynı kişidir bilginize. Yazarın Arapça olan adının başka dillere çevrilmesi konusunda
araştırmacılar değişik görüşte bulunmuştur. Örneğin; Zeki Velidi Togan,
Aliyev Salih Muhammedoğlu, M. Canard, K. Czegledy, H. Ritter, V. Rozen,
Maria Kowalska ve A. P. Kovalevsky bu adı ‘İbn Fadlan’ diye okurken
Ramazan Şeşen, C. E. Bosworth ve Sami Dehhan ‘İbn Fazlan’ diye
okumuştur.
Bilim tarihinin yakın dönemlerinde İbn
Fadlan’ın eserine ilk defa dikkat çeken Danimarkalı araştırmacı J. K.
Rasmussen’dir. A. S. Muhammedoğlu, ‘İbn Fadlan
[21]’
adlı makalesinde, Rasmussen’in, Ortaçağ’da Müslümanların Rusya ve
İskandinavya ile olan ilişkilerine dair 1814’te yayınladığı makalede,
Yakut el-Hamevi’nin, İbn Fadlan’ın seyahatnamesinden aktardığı ‘Rus’
maddesinin çevirisine de yer verdiğini belirtmiştir. Yine aynı makalede,
Zeki Velidi Togan’ın 1923’te İran’daki Meşhed İmam Rıza Kütüphanesi’nde
o güne kadar bilinmeyen bir coğrafya dergisinin son bölümünde, İbn
Fadlan’ın o güne kadar hiçbir yerde rastlanmayan seyahatnamesine
ulaştığını ve 1935’te eser üzerine Viyana Üniversitesi’nde doktora
yaptığını ve bu çalışmasını 1939’da Leipzig’de Almanca olarak
yayınladığını da belirtir.
İbn Fadlan’ın seyahatnamesi Türkçeye ilk
olarak 1954’te Lütfi Doğan tarafından çevrilmiştir. Bu çeviri Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 1-2. sayısında, sayfa 58-80
arasında yer almaktadır. 1975’te ise Ramazan Şeşen, ‘İbn Fazlan
Seyahatnamesi Tercümesi’ adıyla bu seyahatnameyi Türkçeye çevirmiştir.
Ayrıca bu seyahatname, 1999’da John
McTiernan’ın yönetmenliğinde 13. Savaşçı (The 13th Warrior) adıyla filme
çekilmiştir. Ahmed bin Fadlan’ı, Antonio Banderas oynamıştır. Film,
Ahmed bin Fadlan’ı şair ve gezgin bir Arap olarak göstermektedir.
Burada sizlere kitabın içeriğini anlamanız açısından bölümlerden
özetler sunuyoruz. Okurken birlerce yıl öncesine Türklerin yaşam tarzını
o dönemin halifesinin gönderdiği elçiden dinleyeceksiniz.
Kitabı bulup okumanızı öneririm.
Hicrî 308 (920-921 m.) yılı dolaylarında
İslâmiyet'i yeni kabul etmiş olan Etil (Volga) Bulgarları hükümdarı
İlteber Almuş, Abbasî halifesi Muktedir-billâh'a. Abdullah b.
Baştû el-Hazarî adında birini elçi göndermişti. Bulgar hükümdarı bu
elçi ile gönderdiği bir mektupta, halifeden hükümdarlığının
meşruiyetinin tanınmasını, Bulgarlara İslâmiyet'i öğretecek
fakihler ve muallimler gönderilmesini, Hazarlara karşı
müdafaada kullanılacak bir kalenin inşaatında harcanmak için yardımında bulunulmasını istemekteydi.
 |
İbn Fadlan'ı seyahatini gösteren minyatür |
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Bunun üzerine halife, Bulgar hükümdarına istediği
geylcri götürecek cevabî bir elçi heyetinin gönderilmesini kararlaştırdı. Elçilik heyetinin
tertiplenmesi ve gönderilmesi için Saray Ağası Nezîr el-Haramî
görevlendirildi. Nezîr el-Haramî gerekli hazırlıkları
yaptıktan sonra elçilik vazifesine kendi azadlısı Sevsen el-Rassî'yi tâyin
etti.
Onun maiyyetine, elçilik heyetinin gideceği ülkeleri iyi
tanıyan Tegîn el-Türkî ve Bâris el-Saklâbî adlarında, hilâfet
sarayındabulunan iki vazifeliyi verdi.
Bulgarlara giden bu elçilik heyetinde, halife ve veziri
adına gönderilen mektupları okumakla, hediyeleri vermekle,
fakihlere ve muallimlere başkanlık etmekle görevli Ahmed b.
Fazlan adında bir divan kâtibi de bulunmaktaydı., Hayatı hakkında eserinde verilen bilgilerden başka herhangi bir malûmata
sahip
bulunmadığımız bu kâtibin elçilik heyetindeki mevkii
Sevsen el-Rassı'den de mühimdi. Bu sefaret esnasında birinci
derecede rol oynamış olan bu kâtip (îbn Fazlân) geçtikleri yerlerde
gördüklerini ve başlarına gelenleri kaydetmiş, Bağdad'a
döndükten sonra sefaretin cereyanını, elçilik heyetinin
geçtiği
ülkelerin idarelerini, dinlerini, yaşayış tarzlarını ve adaletlerini
anlatan son derece mühim bir eser kaleme almıştır. Onu bu eseri
yazmasındaki en büyük sebeb daha önce hilafet sarayında gördüğü
türklerin, Türk ülkeleri hakkında anlattıkları enteresan şeylerin ve
gördüklerinin gerek kendisi, gerekse muhiti üzerinde uyandırdığı merak
olmalıdır.
MUKADDİME
(197a) Bu kitap Muhammed b. Süleyman'ın mevlâsı (client) ve Halife el-Muktedir'in Bulgar (Sakâlibe)i hükümdarına elçilik vazifesi ile gönderdiği Ahmed b. Fazlan b. el-Abbâs b. Râşid b. Hammâd'ın eseridir. Müellif bu eserde Türk, Hazar, Rus, Bulgar (Sakâlibe)1, Başgırt v.s. kavimlerinin ülkelerinde gördüğü dinî ayrılıklardan, hükümdarlarına dâir haberlerden ve yaşayışları hakkındaki müşahedelerinden bahseder.
Ahmed b, Fazlan şöyle der:
1 Sakâlibe : ibn Fazlân burada Bulgarları Sakâlibe (İslâvlar) diye adlandırır. Daha aşağıda Bulgarlar bahsinde İse hükümdarın adının hutbede «Bulgar hükümdarı şeklinde zikredildiği görülecektir. Ortaçağ'daki islâm müellifleri sâdece Bulgarları değil, bütün Kuzey ve Doğu Avrupa kavimlerini, Germenleri ve İslâvları Sakâlibe olarak kabul ederlerdi. İslâm Ansiklopedîsi'ndeki Sakâlibe maddesinde bahsedilen Islâvların umumiyetle Cermenler reya Vikingler olmaları muhtemeldir.
Bahsettiğim gibi, ben de onlarla beraberdim. Yanıma hükümdara, karışma, çocuklarına ve kumandanlarına verilmek üzere gönderilen hediyeleri, hükümdarın Nezîr el-Haramî'den istediği ilâçları da almıştım.
KİTAP' TAN BAZI NOTLAR
TÜRK ÜLKELERİNE GİRİŞ
Hicrî 309 yılı Şevval ayının ortalarında (16
Şubat 922) havalar
ısınmaya başladı. Ceyhun nehrinin buzları çözüldü. Yolculuk için ihtiyacımız
olan şeyleri tedarik ettik. Türk develeri satın aldık. Türk ülkelerinde
geçmemiz gereken nehirlerden geçebilmek için deve derisinden kelekler yaptık.
Üç ay yetecek kadar ekmek, darı ve tuzlu et kurutması tedarik edip azığımızı düzdük.
Oranın halkından tanıdıklarımız ihtiyat fazla
elbise almamızı tavsiye ettiler. Meseleyi büyütüp vaziyetin korkunç olduğunu
söylediler. Sonra gerçeği gözlerimizle görünce bize anlatılanlardan kat kat
beter olduğu anlaşıldı. Her birimizin üzerinde bir hırka, bunun üzerinde bir
kaftan, onun üzerinde bir post, postun üzerinde ise bir kepenek, kepeneğin ise bir
başlığı vardı.
Başlıktan sadece gözlerimiz görünüyordu. Ayrıca, vücudumuzun alt kısmına yalın
bir şalvar, bunun üzerine astarlı başka bir şalvar, ayağımıza tozluk gibi bir çizme, kîmaht mesti,
bu mestin üzerine başka bir mest giymiştik. O kadar ki, içimizden biri deveye binse
üzerindeki elbiselerin fazlalığından kımıldanamıyordu.
OĞUZLAR
Bu dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen
bir Türk kabilesinin
bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda oturan ve konup göçen
yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar
görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlar yolunu kaybetmiş eşekler gibidirler.
Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiç bir şeye ibâdet etmezler. Aksine büyüklerine rab« derler,
içlerinden biri reisine bir şey danışırsa, ona «Ey rabbim, şu hususta ne
yapayım?» der. Aralarındaki işleri meşveretle hallederler. Bununla beraber bir
şeyde ittifak edip onu yapmaya karar verirlerse, içlerinden en aşağı ve en değersiz olan biri
gelip ittifaklarını bozabilir. Allah'a inandıkları için değil de, sırf yurtlarından geçen müslümanlara yaranmak için aralarında
«Lâ ilâha illâ Allâh» diyenleri gördüm. (200a) İçlerinden biri zulme uğrar
veya sevmediği bir şey görürse başını semaya kaldırıp «Bir Tanrı!» der. Bu Türkçe
«Bir Allah»
demektir. Zira, Türkçe'de «bir» vâhid ve «Tengrî» ise Allah demektir. Küçük ve
büyük abdestten sonra temizlenmezler. Cenabetten ve diğer hususlardan dolayı
yıkanmazlar. Bilhassa
kışın su ile hiç bir ilişkileri yoktur.44
Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadm, vücudunun
hiçbir yerini insanlardan gizlemez.45
Bir gün bir adamın evine misafir olmuştuk.
Adam ve ka- nsiyle
beraber oturuyorduk. Kadın bizimle konuşurken bir aralık gözümüzün önünde avret
yerini (tercini) açıp kaşımaya başladı. Biz utancımızdan yüzlerimizi kapayıp «Estağfurullah!» dedik. Kocası güldü.
Tercümana, «Onlara söyle: Bu kadın onu sizin huzûrunuzda açıyor. Siz onu görüyor ve koruyorsunuz. Sizden ona hiçbir zarar
gelmiyor. Bu hareket, kadının onu örtüp de başkalarına müsâade etmesinden daha
iyidir.» dedi.
Zina diye birşey bilmezler. Böyle bir suç
işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi
iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra, bu dalları
bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya
bölünür.
İçlerinden biri, «Bana Kur'ân oku.» dedi.
Okuyunca hoşuna gitti. Tercümana dönerek, «Ona, susmamasını söyle.» dedi. Bir gün bu adam tercüman
vasıtasilye bana, «Bu Arab'a sor. Rabbımızm karısı var mı ?» dedi. Ben ise onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek
tövbe ve istiğfarda bulundum. O da, benim gibi tövbe etti ve «estağfirullâh.» dedi. Türk'ün
âdeti böyledir.
Bir müslümanın teşbih ve tehlike getirdiğini duyarsa onun söylediğini tekrarlar.
Evlenme âdetleri şöyledir:
İçlerinden biri diğerinin kızını, kız
kardeşini veya velâyeti altında bulunan bir kadını şu kadar Harezm kumaşı karşılığında
ister. Başlığı velîye verdikten sonra kızı alır, evine (çadırına) götürür. Çok
kere başhk (mihr) deve, hayvan veya başka bir şey olabilir. Velîsi ile anlaştığı başlığı (mihri)
ödemeden hiç bir kimse kadınla evlenemez.47 Bu meblâğı ödeyince çekinmeden gelir, kadının bulunduğu eve (çadıra) girer. Babasının,
anasının ve kardeşlerinin lıuzûrunda onu alıp götürür. Onlar da buna mani olmazlar.
Bir adam ölür, arkasında karısı ve çocukları kalırsa, öz anası olmamak şartıyla, büyük oğlu babasının dul karısıyle
evlenir.*®
(200^) Tüccarlar ve diğer yabancılar onların
yanında cü- nüplükten
yıkanamazlar. Sâdece, geceleyin onların gözünden
uzak olarak yıkanabilirler. Zira, onlar böyle
bir harekette bulunan birini görürlerse kızarlar ve «Bu adam bize sihir yapmak istiyor. Çünkü, suya
giriyor.» derler. Ondan bu hareketine karşılık tazminat alırlar.
Herhangi bir müslüman, misafir olacak bir dost
edinmeden, İslâm ülkesinden bu dostuna bir elbise ve karışma bir başörtüsü, bir miktar kara
biber, darı, kuru üzüm ve ceviz hediye götürmeden onların ülkesinden geçemez. Müslüman, bu şekilde Türk arkadaşının
yanma gelince, arkadaşı onun için kubbeli bir çadır kurar, imkânı elverdiği nisbette ona koyun takdim eder. Müslüman
bunları keser. Zira, Türkler hayvanları kesmezler. Koyunları başlarına vurmak
suretiyle öldürürleri
Misafir olan müslüman yoluna devam etmek
isteyince, hayvanlarından
yola tahammül edemeyecekler bulunur veya bir şeye ihtiyacı olursa, yola tahammül edemeyecek hayvanları Türk arkadaşının yanında
bırakır, onun develerinden, hayvanlarından ve malından ihtiyacı olanı alıp
yoluna devam eder. Gittiği yerden döndüğü zaman ona mallarını, develerini ve hayvanlarını
iâde eder.
Aynı şekilde, bir Türkün yurdundan, tanımadığı
bir kimse geçip
ona «Ben senin misafirinim. Develerinden, hayvanlarından ve parandan
(dirhemlerinden) şu miktara ihtiyacım var.» derse, Türk istediklerini ona verir. Eğer tâcir bu yolculuğu
esnasında ölür ve kafile geri dönerse, Türk, kafiledekilere, «Benim misafirim
nerede?» diye sorar. «Öldü» derlerse kafilenin yüklerini indirtir, içlerinde en akıllı tanıdığı tacire
vararak yüklerini
onun gözü önünde çözer. Bir zerre fazlası z, ölen tacire verdiği kadar, bu
tâcirin paralarından alır. Ayııı şekilde, bu tâcirin develerinden ve hayvanlarından, verdiği miktarı da alır. Bu tâcire, «O, senin
amcanın oğlu (yakının). Onun borcunu senin ödemen en münasibidir.» der.
Kendisinden emânet alan adam firar ederse de aynı hareketi yapar. Emâneti geri aldığı tâcire «O da senin
gibi müslümandı. Sen bu miktarı ondan al.» der. Eğer Türk, müslüman misafirine
kervan yolu üzerinde
dönerken rastlayamazsa onun nereye gittiğini sorar, «O, nerede?» der. Gittiği yer
hakkında bilgi edinirse, onu buluncaya, ona verdiklerini ve hediye ettiklerini
geri alıncaya kadar arar.
KİTAP'IN ORJİNAL HALİNİN ÖZETİNİ OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Şu da Türklerin âdetlerindendir:
Bir Türk, Cürcâniyye'ye girince misafir ettiği
müslümamn nerede
olduğunu sorar. Onu bulunca geri dönünceye kadar
evinde misafir kalır. Bir Türk, müslüman
arkadaşının yanında misafir iken ölür, bu müslümanın bulunduğu kafile ölen Türk'ün
kabilesinin bulunduğu yerden geçerse onun kabilesi bu müs- lümanı öldürürler. Ona, «Sen,
onu hapsedip öldürdün. (201») Hapsetmesen, o ölmezdi.» derler. Aynı şekilde, bir müslüman, bir Türke nebîz (şarap) içirir ve
bunun neticesi Türk damdan düşerek ölürse, ona nebîz
(şarap) içiren müslümanı öldürürler. Eğer o müslüman kafilesinde
bulunmazsa, kafilede bulunan en büyük kimseyi yakalayıp onun
yerine öldürürler.
Bu, Türklerin
âdetidir. Bir adam diğerine iyilikte bulunursa, iyilik gören adam, iyilik
edene secde eder. Yinâl bu ikramımız üzerine «Evlerim (çadırlarım) uzakta
olmasa size koyun ve hediye getirirdim.» dedi. Ve yanımızdan ayrılıp gitti. Biz de hareket ettik.
Ertesi günü
yolda giderken çirkin, üstü başı perişan, görünüşü pis ve kalbi kötü bir Türk
karşımıza çıktı. Şiddetli bir yağmura da tutulmuştuk. Bu adam «Durun!» diye bağırdı. Üç bin kadar hayvan, beş bin
kadar insandan meydana gelen koca kafile durdu. Sonra, «Hiç biriniz
geçemezsiniz.» dedi. Onun emri üzerine durup «Biz, Kûzerkîn'in dostlarıyız.» dedik. (201b) O, gülmeye başladı. Ve, «Kûzerkîn kim oluyor? Ben Kûzerkîn'in
sakalına pisliyeyim!» dedi. Sonra, Harezm diliyle «pekend!» yâni ekmek dedi. Ona birkaç
somun verdim. Onları alınca, «Haydi gidin. Size acıdım.» dedi.
îbni Fazlân şöylde der:
Oğuzlardan
biri hastalanınca, o kimsenin cariyeleri ve köleleri kendisine hizmet ederler.
Ev halkından, başka hiçbir kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta onun için bir çadır kurarlar. Ölünceye veya
iyi oluncaya kadar onu çadırda bırakırlar. Eğer, bu kimse fakir veya köle olursa onu sahraya atıp giderler.se
Aralarından
biri ölürse onun için ev gibi büyük bir çukur kazarlar. Bundan sonra cesedini alıp hırkasını (elbisesini) giydirir, kuşağını ve yayını
kuşandırırlar. Eline, içinde nebîz olan ağaçtan bir badeh verip, önüne içinde nebîz bulunan ağaçtan
bir kap koyarlar. Sonra bütün şahsî eşyasını getirip onunla birlikte bu oda , gibi çukura
koyarlar. Daha sonra ölüyü çukurda oturtup üzerini tavanla örterler. Mezarının
üzerinde çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlar." Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp
miktarına göre, birden yüze veya ikiyüze kadarım kurban olarak öldürürler. Onların etlerini
yerler. Başlarını, ayaklarını ve derilerini ve kuyruklarını bir tarafa ayırıp,
bunları kesilmiş ağaçlar üzerine kabrinin başına asarlar. Bunlar «Ölünün
Cennet'e giderken bineceği hayvanlardır.» derler. Eğer ölen kimse, sağlığında insan öldürmüş kahraman biriyse öldürdüğü insanların
sayıları kadar, ağaçtan sûret yontup bunları kabrinin üzerine dikerler.
«Bunlar onun hizmetçileridir. Cennet'te ona hizmet edecekler.» derler.s»
Bazan
hayvanları kurban etmeyi bir - iki gün geciktirirler. Bunun üzerine, aralarındaki
büyüklerden bir ihtiyar (şaman) onları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. «ölüyü rüyamda
gördüm. Bana: Görüyorsun, arkadaşlarım beni geçtiler. Onları takib etmekten
ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. îşte, tek başıma kaldım,
dedi.» der. Bunun üzeri- ne ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve kabrinin
yanma asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar tekrar onlara gelir.
«Falanı (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana: Aileme ve arkadaşlarıma haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum geçti, dedi.»
der.59 ibn
Fazlan şöyle der:
Bütün Türkler
sakallarını yolup bıyıklarını bırakırlar. Ba- zan, onlar arasında sakalını yolmuş, çenesinin altında birkaç tüy bırakmış, sırtına post
almış ihtiyar bir adam görürsün. Uzaktan ona bakınca keçi olduğunda tereddüt etmezsin.
(202a) Oğuz
Türklerinin hükümdarına Yabgu denir.[1]Bu
kelime hükümdarın unvanıdır. Bu kabileye hükümdar olan herkes bu ismi alır. Onun
vekiline ise «Kûzerkîn» denir. Aynı şekilde, bir reisin vekili olan herkese Kûzerkîn denir.
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Buradan hareketle
Yagindî (Tehagan) nehrine vardık. Kafiledekiler, deve derisinden
yapılmış keleklerini (ogünkü bir çeşit şişme bot)66
çıkararak yaydılar.
Yuvarlak olan eşyalarını Türk develerinin üzerinden alarak kelekler açılsın diye içlerini bunlarla
doldurdular. Sonra elbiselerini ve diğer eşyalarını da bunlara
koydular. Bundan sonra her keleğin üzerine dörder, beşer, altışar, daha az v,eya daha çok kişilik gruplar halinde bindiler. Ellerine kayın ağacı6? parçaları alarak bunları kürek gibi kullandılar. Durmadan kürek çekiyorlar, daire
şeklindeki keleği su götürüyordu. Nihayet nehri geçtik. Develer ve hayvanlara bağırıyorlar, onlar
da yüzerek ırmağı geçiyorlardı. Kafile geçerken Başgırtlarm baskın
yapmasından korkulduğu için evvelâ öncü olarak silâhlı bir muharip grubun geçmesi zarurî
idi. Hakikaten öyle yapıldı.
Yagindî nehrini bu şekilde geçtikten sonra,
yine keleklerle Câm (Emba), Cahş (Sagiz), Uzil (Oyil), Erden (Zagsibay),
Varş
(Wahş), Ahtî (Büyük Ankati), Vabnâ (Küçük Ankatl) nehirlerini de sırasiyle
geçtik. Bunların hepsi büyük nehirlerdir.
[PEÇENEKLER ]
Bundan sonra Peçeneklerin ülkesine vardık.
Bunlar, denize benzer,
akmayan bir suyun (büyük bir gölün) kenarında konaklamışlar. Çok esmerler.
(203a) Hepsi de sakallarını tıraş etmişler. Oğuzların aksine çok fakir
kimseler. Zira, Oğuzlardan on bin baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip olan kimseler gördüm. Koyunlar ekserî
karlar arasından tırnaklariyle eşeli- yerek kuru ot ararlar. Onu da bulamazlarsa kar yerler. Buna rağmen gayet semiz olurlar.
Yaz gelip yaş ot yeyince zayıflarlar.
Peçeneklerin yanında bir gün kaldıktan sonra
yolumuza devam
ederek Cayih (Yayık = Ural) nehrine vardık.® Bu,
şimdiye kadar gördüğümüz en büyük, suyu en bol
olan, en hızlı
akan nehirdi. Bu nehirden geçerken bir keleğin ters çevrildiğini,
içindekilerin nehirde battığını, pek çok insanın telef olduğunu, bazı
develerin ve hayvanların boğulduğunu gördüm. Nihayet, binbir güçlükle nehri geçtik. Günlerce yürüdükten, sırasiyle
Câhâ (Çağan), Erhaz (İrgiz = Talvoka), Bâcâg (Matchka), Samûr (Şamara), Kinâl
(Kinel), Sûh (Sok), Kon- culu (Kundurtcha) ırmaklarını geçtikten sonra
Türklerden Başgırtların ülkesine varınca durduk.
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
BAŞGIRTLAR
Başgırtlardan çok korkuyorduk.
Zira, onlar Türklerin en zararlıları, muharipleri ve insan öldürmeye en düşkün
olanlarıdır. Onlardan biri bir adama rastlarsa onun boynunu vurur, vücudunu
bırakarak başını alıp götürür. Onlar sakallarını tıraş ederler ve bitleri
yerler. Hırkalarının (iç elbiselerinin) dikiş yerlerini araştırıp buldukları
bitleri dişleriyle ısırarak yerler. Yanımızda onlardan bize hizmet eden
müslüman olmuş biri vardı. Bir gün onu gördüm; elbisesinden bir bit aldı.
Tırnakları ile onu ezdikten sonra yaladı. Benim, kendisine baktığımı görünce
«Çok tatlı.» dedi.
***
Her biri bir ağaç parçasını zeker (erkeklik uzvu) şeklinde yontup
üzerine asar. Bir yolculuğa çıkacak veya bir düşmanla karşılaşacak olursa onu
öper ve önünde secde eder. «Ey rabbim! Benim için şöyle şöyle yap.» der.
Tercümana, «İçlerinden birine sor. Bu konudaki delilleri nedir? Niçin onu
(tenâ- sül uzvunu) yaratan tanıyorlar?» dedim. Sorulan kimse cevaben, Zira,
ben onun benzerinden çıktım. Ondan başka beni yaratan bir şey tanımıyorum.»
dedi.
***
İçlerinde yılanlara tapanları, balıklara tapanları gördük. Bir (203b)
kısmı turna kuşuna tapıyorlar. Bana anlattıklarına göre, turna kuşuna tapanlar,
bir gün düşmanlarından bir kavimle harbederken mağlûp olmuşlar. Bu sırada
düşmanlarının arkasından turnalar bağırmaya başlamış, onlar da bundan dehşete
düşüp galip durumda iken kaçıp mağlûp olmuşlar. Bunun üzerine, turnalara ibâdet
etmeye başlamışlar. «Bunlar bizim ilâhlarımızdır. işte yaptıkları meydanda.
Düşmanlarımızı mağlûp ettiler.» demişler, işte, turnalara ibâdet etmelerinin
sebebi bu imiş.
Bunların ülkesinden hareket ettikten sonra Cirimsân, Uran, Ürem,
Bâynâh (Mayna), Vatîg (Utka), Niyasnâ, Câvşîz (Ag- tay) ırmaklarını geçtik.
Saydığımız bu ırmaklar arasında ikişer, üçer ve dörder günlük, daha az veya
daha çok mesafeler var.
RUSLAR
Ruslar, Allah'ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük abdestten sonra temizlenmezler
Cünüplükten dolayı yıkanmazlar. Yemek yedikten sonra ellerini yıkamazlar.Adeta, yolunu şaşırmış
eşekler gibidirler. Memleketlerinden gelince, büyük bir nehir olan Etil
nehrinde gemilerini demirlerler. Ve nehrin kıyısına ahşap büyük evler
yaparlar. Her evde onar, yirmişer kişi, daha az veya daha çok gruplar halinde
toplanırlar. Her bi rinin üzerine oturduğu bir divanı vardır. Satmak için getirdikleri güzel cariyelerle bunlar üzerine otururlar.
Bazan,içlerinden biri arkadaşının gözü önünde cariyesiyle cinsî
münasebette bulunur. Çok defa, bir grup birbirlerinin yanında câriyeleriyle cinsî
münâsebette bulunurlar.
117 Ruslarda ölülerin yakılması milâdî XI. asra kadar devam etmiştir. Milâttan sonra ilk bin yıl zarfında Ruslarda ölüleri yakma ve gömme âdetleri beraber yaşamıştır. XIII. asra âit bir Farsça metinde Ruslardan bir kısmının ölüleri ayakta mezara gömdükleri belirtiliyor. Ruslarda görülen bu gömme şekilleri, Türklerde olduğu gibi, bir şamanist âdetinden başka bir şey değildir.
118 Ölü kayıkları ve gemileri : Ölümden sonraki hayatında ölünün emrine kayık veya gemi verme âdeti Fin, iskandinav ve Ural Altay kavimlerinde görülmektedir. Bu husustan Mısır efsânesinde de bahsedilir.
119 Rusların içkiye düşkünlükleri zamanımızda dahi meşhurdur. Eski Ruslarda yapılan ortak içki âlemlerinden Marco Polo da bahsetmektedir. Eski İsveçlilerde bu âlemlere müziğin refakat ettiğine dair pek çok misal vardır.
ibn Rusteh ölü yakıldığı zaman, rabbi tarafından onun bağışlanmasını kut¬lamak için eski İslâvların müzik âlemleri yaptıklarını söyler. Atillâ'nın cenaze merasimi sonunda Hunlar da aynı şeyi yapmışlardır.
120
Kız kurbanı : Efendilerinin veya hükümdarların ölümü üzerine, zor!» veya istekle genç kızların kurban edilmesinin bir çok örnekleri vardır. Bu husustan aşağıda mufassal olarak bahsedilecek. Burada bahsedilen genç kız bir cariye veya hür bir kız olabilir. Zirâ Arapça'da câriye kelimesi hür genç kızlar İçin de kullanılır. İbn Rusteh bu konuda şöyle der :
Bir adam ölünce onu ve kadınlarını ateşte yakarlar. Aralarından biri ölünce bıçakla ellerini ve yüzlerini keserler. Ölünün cesedi yakıldıktan sonra, ertesi günü sabahleyin varıp yakıldığı yerden küllerini alırlar. Bunları bir toprak vazoya (kaba) koyup bir tepecik (höyük) üzerinde saklarlar. Ölümden bir sene sonra 20 küp civarında bal alıp höyüğün yanına götürürler. Ölünün- ailesi fertleri mezarın başında toplanıp balı ve diğer şeyleri yiyip içerler. Ve sonra çekip giderler. Eğer ölünün üç karısı varsa ve bunlardan biri onu daha çok sevdiğini iddia ederse, mezarın yanına iki ağaç dilmesi götürüp bunları toprağa diker. Sonra üçüncü bir ağaç parçasını yatay olarak bu iki dilmenin başları arasına yerleştirir. Bu ağacın ortasına bir ip bağlar. İpin diğer ucunu da boynuna bağlar. Bu sırada bir sandalyenin üzerinde ayaktadır Kadın işlerini bitirince altındaki sandalye alınır. Boğulup ölünceye kadar bu şekilde asılı kalır. Ölünce alıp ateşe atarlar ve yakarlar.».
Yine aynı müellif, Ruslarda dul kalan kadının kocasıyla beraber diri diri mezara gömüldüğünü söyler. Bu âdetin İskitlerde, Moğollarda yaygın olduğundan aşağıda bahsedilecek.
İçlerinden biri hastalanınca, onun için,
oturdukları yerden uzakta bir çadır kurarlar. Hastayı bu çadırın içine atarlar'. Yanma biraz ekmek ile su
verirler. Ona yaklaşmazlar ve onunla konuşmazlar. Hattâ, hasta olduğu bütün
günlerde onunla ilgilenmezler.us
Bilhassa kimsesiz ve köle biri olursa onu tamamiyle kendi haline bırakırlar. Hasta kendi kendisine iyileşip
geri dönerse ne âlâ. (211») îyileşmeyip ölürse cesedini yakarlar.[1]
ölen kimse köle ise cesedini kendi haline bırakırlar. Köpekler ve yırtıcı kuşlar
gelipleşini yerler.
[BULGARLAR ]
Elçilik vazifesiyle gitmekte olduğumuz Bulgar (Sakâlibe) hükümdarının
memleketine bir gün ve bir gecelik mesafe kalınca, hükümdar idaresi altındaki
dört
beyi?2, kardeşlerini v® çocuklarını
bizi karşılamak için gönderdi. Bunlar, yanlarında ekmek, et ve darı?3 olduğu halde bizi karşıladılar. Bizimle beraber yürüdüler.
Hükümdarın bulunduğu yere iki fersah kalınca, bizzat onun tarafından
karşılandık. Bizi görünce, Allah'a şükürler olsun diye secdeye kapandı. Yeninde sakladığı gümüş paraları (darâhim)
üzerimize
saçtıJ4 Bizim için kubbeli çadırlar
kurdurdu. Bu çadırlara indik.
Hükümdarın
yanma 12 Muharrem 310 (12 Mayıs 922) Pazar günü vardık. Cürcâniyye'den onun
ülkesine kadar yetmiş günlük mesafe tuttu. Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba günleri çadırlarda oturduk. Bu arada
hükümdar, Halife'nin mektubu okunurken hazır bulunmaları için beylerini, kumandanlarım ve ailesi fertlerini topladı.
Perşembe günü hepsi toplanınca yanımızda getirdiğimiz iki bayrağı açtık. Halife tarafından bizimle gönderilen eğerle hükümdarın
atını eğerledik. Kendisine siyah hilâtlar giydirdik. Sarığını sardık.75 Bundan
sonra Halife'nin mektubunu
çıkardım. Hükümdara, «Halife'nin mektubu okunurken oturmamız doğru olmaz.»
dedim. Bunun üzerine, o ve memleketinin ileri gelenleri ayağa kalktılar. Hükümdar çok şişman ve göbekli idi.
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Mektubu
okumaya başladım. Giriş kısmını okuyup,« Sana selâm olsun. Seninle beraber, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a hamdederim.»
cümlesine gelince «Emîr el-Mü'minîn (Halife) nin selâmını al (iâde et).» dedim. O ve
yanındakiler hep
birlikte selâmı aldılar. Ben mektubu okuyorum, tercüman harfi harfine tercüme
ediyordu. Mektubun okunmasını bitirince, oradakiler hep bir ağızdan tekbir
getirdiler. Yerler sarsıldı.
Sonra, hükümdar
ayakta iken vezîr Hâmid b.el-Abbâs'm?1* mektubunu da okudum.
Oturmasını emrettim. Nezîr el-Hara- mî'nin mektubu okunurken oturdu. (204a) Bu
mektubun okunması
tamamlanınca, adamları hükümdarın üzerine çok miktarda gümüş para saçtılar.
Bundan sonra ona ve karısına getirdiğimiz ıtr, elbise, inci gibi kıymetli hediyeleri çıkardım. Bunları birer birer
ona ve karısına takdim ediyordum. Nihâyet, bu işi de bitirince halkın huzûrunda, hükümdarın karısına hilât giydirdim. Hâtûn?? hükümdârın yanında oturuyordu. Bu onların
âdetidir. Hâtûna hilât giydirince, kadınlar onun
üzerine gümüş paralar saçtılar. Biz de çadırlarımıza döndük.
Biraz vakit
geçtikten sonra bize adam gönderip çağırttı. Yanma girdik. Kubbeli
çadırında idi. Çocukları ise önünde oturuyorlardı. Kendisi tek başına, Rum dîbâcıyla örtülü tahtı üzerinde
oturuyordu. Herkes toplandıktan sonra, sofranın
getirilmesini istedi. Üzerinde sâdece
kızartılmış et bulunan sofrayı getirip önüne koydular. Bir
bıçak aldı. Bir lokma kesip yedi. İkinci ve üçüncü defa da aynı
şeyi tekrarladı. Sonra bir parça kesti. Elçi Sevsen'e verdi.
Sevsen bunu alınca ona küçük bir sofra geldi. Önüne kondu.
Adetleri böyledir. Hükümdar, kendisine bir lokma vermedikçe hiç bir kimse yemeğe
elini uzatmaz. Hükümdarın verdiği lokmayı alana bir sofra gelir78
Sonra, bana bir lokma verdi. Bana da bir sofra
geldi. Bir parça
daha kesip sağındaki beye verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, ikinci beye bir lokma verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra
üçüncü beye bir lokma kesip verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, dördüncü beye bir lokma verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, çocuklarına birer parça verdi. Onlara da sofralar geldi. Her birimiz kendi sofrasından yemek yiyor, başkasının sofrasına el uzatmıyordu. Ve
yemeğini yeyince sofrasından
arta kalanı kendi
evine (çadırına) götürüyordu.
Yemeğimizi yedikten
sonra, hükümdar bir
gün ve bir gece (24 saat) önce yapılmış bal şerbeti istedi. Onlar buna
«sü- cüvv»79
diyorlar. O ve biz bundan birer kadeh içtik.
Sonra ayağa. kalkıp «Allah, Efendim Emîr el-Mü'minîn'e uzun ömürler versin. Bu, ona olan memnuniyetimin nişânesidir.» dedi. Onun ayağa kalkması üzerine sağındaki dört bey ve çocukları da ayağa kalktılar. Biz de ayağa kalktık. Hükümdar bu hareketi üç defa tekrarladı. Sonra yanından ayrıldık.
Ben gelmeden
önce hükümdarm camisinin minberinde onun adına, hutbe «Ey Allah'ım,
Bulgarların hükümdarı Yütivâr'ı İslah et.» şeklinde okunuyormuş. Ona, «Hükümdar sadece Allah'tır. Minberde Allah'tan başkası bu
adla anılamaz. Efendim Emîr el-Mü'minîn (Halife) bile doğuda ve batıdaki, minberlerde kendisine
«Ey Allah'ım! Kulun ve halifen Emîr el-Mü'minîn Ca'fer el-îmâm el-Muktedir bi
Allah'ı islâh et.» denilmesiyle yetinir. Ondan önceki halife ataları da aynı şekille yetinirlerdi. (204b) Hazret-i Peygamber ise, «Hıristiyanların Meryem oğlu isa'yı övdükleri gibi, beni aşırı
derecede övmeyin. Ben sadece bir kulum. Bunun için, Allah'ın kulu ve resûlü
deyiniz.» buyurmuştur.» dedim.
Bunun üzerine, «Benim adıma nasıl hutbe
okunması câiz olur?»
dedi. Ben de «Senin ve babanın adı ile.» dedim.
Hükümdar «Babam
kâfirdi. Onun adının minberde söylenmesini istemem.
Benim adımı da bir kâfir verdiğine göre, adımın
da hutbede zikredilmesini
arzu etmem. Acaba, efendim Emîr el-Mü'- minîn'in adı nedir?» dedi. Ben, «Ca'fer» dedim. Hükümdar «Benim, onun adını almam doğru
olur mu?» dedi. Ben de «Evet, olur» dedim. Bunun üzerine,
«Kendi adımı Ca'fer, babamın adını Abdullah şeklinde değiştirdim.» dedi. Hatibe, hutbeyi bu isimle okumasını emretti. O da bu emri yerine getirdi. Bundan aonra, onun adına hutbe «Ey
Allah'ım! Emîr el-Mü'minîn'in mevlâsı ve kulun Bulgar hükümdarı Ca'fer
b. Abdullâh'ı islâh et.» şeklinde okunuyordu.
Mektubun okunmasından ve hediyelerin verilmesinden üç gün sonra, hükümdar bana adam gönderip
huzuruna çağırdı. Halife'nin gönderdiği dört bin altın meselesini ve
bunların gecikmesine sebep olan hıristiyan el-Fazl b. Mûsâ'nın yaptığı hileyi öğrenmişti.
Zira, mektupta altınlardan bahsediliyordu. Yanma
girince oturmamı emretti. Oturdum. Halife'nin
mektubunu önüme atarak
«Bu mektubu kim getirdi?» dedi. «Ben.» dedim. Sonra, vezirin gönderdiği mektubu attı. «Ya bunu?» dedi. Yine «Ben.» dedim. «Her iki
mektupta zikredilen paralar ne oldu?» dedi. Ben, «Toplanamadı. Vakit daraldığından buraya gelmek fırsatmı kaçırırız diye
arkadan bize yetişmesi için geride bıraktık.» dedim.
Hükümdar, «Siz hep beraber geldiniz. Beni
esaret altına Hokan
(kul edinen) yahudîlere karşı koruyacak bir
kale»» yapımında sarfedilecek bu parayı getirmeniz için efendim size bu kadar masrafta bulundu.
Hediyeyi ise benim gönderdiğim elçi dahi getirebilirdi.» dedi. Ben, «Evet, doğru. Biz elimizden
geleni yaptık. Ne yapalım. Netice böyle oldu.» dedim. Bunun üzerine
tercümana, «Ona de ki; ben bunları tanımıyorum. Sadece seni tanıyorum. Zira, onlar
cahil insanlardır. Eğer vezir senin yaptığın şeyi onların yapacağına kanâat getirseydi, hukukuma riâyet etmen, mektubu bana
okuman ve cevabını dinlemen için seni buralara göndermezdi. Senden başkasından bir dirhem dahi
istemem. Parayı çıkar. Bu senin için daha hayırlıdır.» dedi.
Bunun üzerine, yanından üzgün ve korku içinde
ayrıldım. İnsana
tesir eder görünüşlü, heybetli, cüsseli ve şişman vücutlu bir adamdı. Sanki
bir küp içinden konuşuyordu. Yanından çıktıktan sonra arkadaşlarımı topladım. (205a) Benimle onun arasında geçen bu hadiseyi
anlattım. Onlara «Bu adamdan korkmaya başladım.» dedim.
Hükümdarın müezzini kâmet ederken ezanın ifâdelerini (formüllerini) ikişer defa
söylüyordu. Hükümdara, «Efendim Emîr el-Mü'minîn kendi sarayında kametin ifâdelerini birer defa
söyletiyor.» dedim. Bunun üzerine müezzinine «Sana söylediğini yap. Sakın
muhalefet etme.» dedi. Müezzin günlerce bu şekilde kâmet etti. Bu arada hükümdar bana paranın ne olduğunu
soruyor, bu konuda benimle münakaşada bulunuyordu. Ben ise paradan ümidini
kestirmeye ve kendimi savunmaya çalışıyordum. Paradan ümidini kesince,
müezzine kâmetin ifâdelerini (formüllerini) ikişer defa söylemesini emretti. O
da emrini yerine getirdi. Bunu yaptırmakla benimle münakaşaya yol açmak istiyordu. Müezzinin
kâmetin ifâdelerini (formüllerini) yine tekrarladığını duyunca, onu bu hareketten menettim. Ve bağırdım. Hükümdar bunu
öğrenince beni ve arkadaşlarımı çağırttı. Hepimiz toplanınca, bana işâret
ederek tercümana, «Ona söyle: İki müezzin var. Biri kâmetin ifâdelerini birer defa,
biri ikişer defa söylüyor. Sonra, her ikisi de aynı cemâatle namaz
kılıyorlar. Namaz câiz midir, değil midir? Bu hususta ne eler?» dedi. Cevaben «Namaz câizdir» dedim. «îemâ (ittifak) ile mi? Yoksa ihtilâf ile
mi?» dedi. «îemâ ile» dedim.sı
Bundan sonra tercümana, «Ona sor. Muhasara
altında bulunan, köle haline getirilmek istenen zayıf kavimlere yardım etmek maksadiyle, bir adam
bazı kimselerle para gönderse, onlar da emânete ihanet etseler, bu kimselerin
hareketi hakkında ne
der?» dedi. Ben «Bu câiz değildir. Bunu yapanlar kötü kimselerdir.» dedim.
«îemâ ile mi? Yoksa ihtilâf ile mi?» dedi. Ben îemâ ile» dedim. Sonra tercümana, «Ona sor. Halife üzerime bir ordu gönderse hakkımdan
gelebilir mi?» dedi. Cevaben «Hayır» dedim. «Ya Horasan hükümdarı?» dedi. Yine
«Hayır.» dedim. Hükümdar, «Buna sebep mesafenin uzaklığı ve aramızdaki kâfir kabilelerin
çokluğu değü mi?» dedi. Ben, - Evet.» dedim. Bunun üzerine tercümana, «Ona söyle, vallâhi ben, bu kadar uzak yerde iken
efendim Emîr el-Mü'minîn'den korkuyorum. Beğenmediği bir hareketimi duyar, aramızdaki bu kadar memleketlere rağmen,
hakkımda beddua eder de beni olduğum yerde mahveder diye korkuyorum. Siz ise,
onun ekmeğini yediğiniz, verdiği elbiseleri giydiğiniz, her zaman kendisini gördüğünüz halde, sizi bana
yâni zayıf bir kavme gönderdiği elçilik vazifesi gibi kısa bir zamanda ona ve Müslümanlara
ihanet ettiniz. Sözlerinde bana gerçeği söyleyen biri gelmedikçe sizden duyduğum hiçbir dînî
hususu kabul etmem. Bu şekilde bir insan gelirse onun dediğini tutarım.» dedi. Bu sözler
üzerine bizi
haptetti. Verecek cevap bulamadık. Yanından ayrıldık.
İbn Fazlân der ki: Bu konuşmadan sonra,
hükümdar arkadaşlarıma itibar göstermediğ halde, beni başkalarına tercih eder, yanından ayırmaz ve bana
«Ebû Bekr el-Sıddîk» derdi.
(205b) Bulgar hükümdarının ülkesinde
sayılamıyacak kadar çok acâip şeyler gördüm. Bunlardan biri şudur:
Onun ülkesinde ilk kaldığımız gece güneş
batmadan tam bir
saat önce semanın iyice kızardığını gördüm. Gökten şiddetli sesler ve büyük
bir gürültü geldiğini işittim. Başımı kaldırdım. Yakınımda ateş gibi kırmızı
bir bulut vardı. Bu gürültü ve sesler ondan geliyordu. Dikkatle baktım. Bulutun içinde insana
ve hayvana benzeyen hayaller, bunların ellerinde yaylar, mızraklar ve kılıçlar
bulunuyordu. Bu karaltılara dikkatle bakıyor, iyice farketmeye çalışıyordum.
Tam bu sırada, bu buluta benzer başka bir bulut ortaya çıktı. Onda da
insanlar, hayvanlar ve silâhlar görünüyordu. Bir süvari birliğinin diğerine hücum ettiği gibi bu
birliklerden biri, diğerinin üzerine saldırmaya başladı. Biz, bu durumdan çok
korktuk. Allah'a yalvarmaya ve dua etmeye başladık. Yerliler ise bize
gülüyorlar ve bu
halimize hayret ediyorlardı.[1]
İbn Fazlân der ki: Biz, bir birliğin diğerine
hücumuna bakıyorduk. İki birlik birbirlerine giriyorlar, bir müddet sonra ayrılıyorlardı. Bu hal gecenin
epey bir kısmında devam etti. Sonra her iki birlik de kayboldular. Hükümdara
bunun ne olduğunu sorduk. Cevaben, atalarının «Bunlar cinlerin mü'minleri ile kâfirleridir.»
dediklerini, çok eski zamanlardan beri her akşam bu şekilde çarpıştıklarını
söyledi.
Ibn Fazlân şöyle der:
Sonra, hükümdarın aslen Bağdad'tan olup
tesadüfen bu taraflara
gelmiş olan terzisi ile konuşmak için kubbeli çadırıma girdik. Kur'ân'dan
yarım sübu (1/14) okuyacak kadar zaman geçmemişti. Konuşuyor, yatsı ezanının
okunmasını bekliyorduk. Ezanın okunduğunu duyduk. Çadırdan çıktık. Bir de ne göreyim. Sabah olmuş. Bunun
üzerine müezzine «Sen ne ezanı okudun?» dedim. Müezzin «Sabah ezanı.» dedi.
«Yatsı ezanı ne oldu?» dedim. «Onu akşam namazının arkasından kılarız.» dedi.
«Ya gece ne oldu?» diye sordum. Cevâben, «Gördüğün gibi. Sen gelmeden önce
bundan daha kısaydı. Bu günlerde uzamaya başladı» dedi. Ayrıca, sabah namazını
kaçırırım korkusuyla
bir aydır geceleyin uyumadığını söyledi, öyle ki, akşamleyin tencereyi ateşe
koyan bir kimse, tencerenin içindeki yemek pişmeden sabah namazını kılar.
Ibn Fazlân şöyle der:
Onlarm ülkesinde gündüzlerin çok uzun olduğunu
gördüm. Senenin
bir kısmında gündüzler çok uzar, geceler çok kısalır. Sonra geceler çok uzar,
gündüzler çok kısalır. Vardığımın ikinci gecesi kubbeli çadırımın dışında oturup semayı seyrettim. (206a) Pek az yıldız
görebildim. Zannederim şurada burada on beş kadar yıldız vardı. Akşamdan önceki kırmızı şafak hiç kaybolmuyor. Gece ise pek karanlık değil. Geceleyin insan,
bir ok atımlık
mesafeden daha uzaktaki adamı tanıyabiliyor.
Ibıı Fazlân der ki: Aya baktım. Göğün ortasına
gelmiyor. Aksine
bir müddet semanın ufka yakın kesiminde göründükten sonra sabah olup gözden
kayboluyor. Hükümdar, ülkesinin yaya yürüyüşüyle üç aylık kuzeyinde VîsûS4 denen bir kavim bulunduğunu, onların ülkesinde
gecenin bir saatten daha kısa olduğunu söyledi.
Ibn Fazlân şöyle der:
Orada, güneş doğarken her yer, dağlar ve gözün
görebildiği her şey kızıl bir renk alıyor. Güneş ise büyük bir bulut halinde
doğuyor. Göğün ortasına gelinceye kadar kızıllık devam ediyor. Memleket halkı bana,
«Kışın burada geceler gündüzler kadar uzar, gündüzler de geceler kadar kısalır. Hattâ, bizden bir adam bir fersahtan daha az
mesafede bulunan Etil nehrine gitmek için sabahleyin yola çıksa, oraya varmadan akşam karanlığı basar, bütün
yıldızlar doğup gökyüzünü kaplar.» dediler. Biz oradan ayrıldığımızda ise
geceler uzamış, gündüzler kısal- mıştı.
Onlar köpeklerin havlamasını çok uğurlu
sayarlar. Böyle bir
şey duyunca sevinirler, O senenin bolluk, bereket ve sulh senesi olacağını söylerler.
Bulgar ülkesinde
pek çok yılan yaşar. Hattâ, ağacın bir dalma on veya daha çok yılan
dolanır,. Bununla
beraber yılanları
öldürmezler. Yılanlar da onlara birşey vapmaz. O kadarki, bîr yerde hemen hemen yüz zirâdan daha uzun, yere yıkılmış
bir ağaç gördüm Gövdesi de gayet kalındı.
Ayakta durmuş ona bakıyordum. Bir aralık ağaç güveysi hareket etmeye başladı, irkildim.
Dikkatle baktım. Bir de ne göreyim, üzerinde
hemen hemen ağacın kalınlığına ve uzunluğuna yaknı büyüklükte'yılan var. Senil görünce, ağacm üzerinden yese.., inip ormanın içinde kayboldu. Dehşet içinde dönüp, hadiseyi hükümdara ve meclisindekilere
anlattım. Buna aldırış bile et- mediler. Hükümdar, «Korkma, sana birşey yapmaz?» dedi.
 |
İbn Fadlan'ı seyahatini gösteren bir minyatür |
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Bir gün hükümdar ile bir yere indik. Ben ve
arkadaşlarım; Tegîn, Sevsen, Bâris ve yanımızda bulunan hükümdarın adamlarından biriyle ağaçlar
araşma girdik. Iğjcadar ince ve daha uzun, yeşil ve küçük bir
ağaç gördük, içinde yeşil bir damar, bu"damarın ucunda geniş ve yere
yayümış, âdeta yerde bitmiş gibi "bîr yaprak,
bunun içinde taneler var. Bu taneden yiyen kimse onun «emlîsî
narı» olduğunda tereddüt_bıle_etmez._ (206b) Bundan yedik. Tadı çok güzeldi. Durmadan ondan arayıp yiyorduk.
Çok yeşil, şarap sirkesinden daha ekşi bir çeşit elmaları var. Bu elmayı kızlar
yer. Yeyince semizledirler. Onların ülkesinde fındık ağacından
daha çok ağaç görmedim 40X40 fersah genişliğinde findik ormanları gördüm.
Orada adını bilmediğim bir ağaç daha gördüm. Çok yüksek olup gövdesi yapraksızdı. Başı hurma ağacının bası gibi, yaprakları ise ince hurma yaprağına benzer,
fakat toplıı bir haldeydi. Onlar bu ağacın
gövdesinin bir yerini delip, bu kısım altına bir kap
yerleştiriyorlar. Bu delikten kabın içine baldan daha tatlı bir mâyi akıyor, insan bundan çok miktarda içerse şarap gibi sarhoş ediyor.
.Buğday
ve arpanın bol olmasına rağmen en çok dana ve at eti yerler.
Bir kimse bir şey
ekerse onu kendisi
için hasad eder. Hükümdarın bundan hissesi yoktur. Yalnız, her ev
senede bir,
hükümdara bir samur kürk verir. Hükümdar askerlerini herhangi bir yere akm
yapmak için gönderir ve askerleri ganimet elde ederlerse bundan muayyen bir hisse alır. Düğün yapan veya dâvet tertip eden
herkesin, verdiği ziyâfete göre, hükümdara bir hisse ayırması, bir sâhrecse bal ııebîzi ve bîr miktar bozulmuş buğday
vermesi
mecburîdir.87 zira, onların ülkesi rutubetli ve havası ağırdır.88 Yiyeceklerini saklayacak yerleri de yoktur. Ancak, yerde kuyular kazıp yiyeceklerini bunlara koyabilirler. O da
birkaç gün geçtikten sonra kokar ve bozulur. İstifâde edilemeyecek hale gelir.
Zeytinyağı, susamvağı ve tereyağı kullanmazlar. Bütün bunların verine balıkyağı
kullanırlar . Bu
sebeple kalan bütün eşya fena kokar. Arpadan bir çeşit çorba yaparlar. Bunu Teenc erkekler ve kızlar
icerler, Bazan
arpayı etle pişirirler. Erkekler bunun etini, kızlar ise arpasını yerler.
Yalnız, çorha_teke basiyle pişirilirse bunun etinden tuzlar da yerlen/
Hepsi kalpak giyerler.w Hükümdar ata seyissiz, tek başına
biner. Gezerken yanında muhafız bulunmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes ayağa
kalkar. Kalpaklarını çıkarıp koltuklarının altına alırlar. (207a) Hükümdar
geçince tekrar başlarına giyerler. Aynı şekilde, hükümdarın huzûruna giren
herkes; küçük ve büyük, hattâ çocukları ve kardeşleri bile, onu gördükleri
zaman kalpaklarım çıkarıp koltuklarının altına alırlar. Sonra, başlariyle
selâm verip otururlar. Daha sonra kalkıp, hükümdar oturmayı emredineeye kadar ayakta dururlar. Onun önünde
oturan herkes diz çökerek oturur. Kalpağım koltuğundan çıkarmaz. Huzurundan
çıkıncaya kadar saklar. Yanından ayrıldıktan sonra tekrar giyer.
Hepsi kubbeli çadırlarda, otururlarız Yalnız,
hükümdarın çadırı
çok büyüktür. Bin ve daha fazla insan alabilir. İçi kirmeni kumaşlariyle
döşenmiş olup ortasında Rum dibaeıyla (brocart) örtülü bir taht vardır.
Onların âdetlerine göre, bir kimsenin oğlunun
erkek çocuğu doğarsa, onu babası değil, dedesi alır. «Bunu, adam oluncaya
kadar bakmaya babasından daha lâyıkım.» der.
93 Bir adam ölünce ona çocukları
değil, kardeşleri mirasçı olurlar a-» Hükümdara, İslâmiyet'e göre bunun câiz olmadığım söyledim. Mirasın nasıl intikal
edeceğini iyice anlayıncaya kadar izah ettim.
Onların ülkesinde en çok gördüğüm şeylerden biri de
yü- dırımdı. Bir eve (çadıra) yıldırım düşünce ona yaklaşmayıp, içinde bulunan insan, eşya ve
diğer şeylerle kendi haline bırakırlar. Bunlar zamanla mahvolurlar. Ve «Bu ev
sâkinleri Allah'ın gazabına uğramış kimselerdir» derler.95
Bir adam diğerini kasten öldürürse, sucuna karşılık kısas olarak onu da öldürürler. Hatâ
ile öldürürse, öldüren için kayın ağacından bir sandık yaparlar. Katili bunun içine koyup, yanına
üç şomun, bir testi su bıraktıktan ve üzerini çiviledikten sonra, deve havudunun ağaçlarına benzer üç ağaç dikerek suçluyu bunların arasına asarlar. «Biz, onu yer ile gök arasında bırakıyoruz. Güneş ve yağmura maruz kalsın. Belki Allah acırda kurtulur derler. Zamanla
çürüyünceye ve rüzgârlar götürünceye kadar bu şekilde asılı kalır.96 ,
Cevval zekâlı ve
bilgili bir adam gördüler mi «Bunun rab- bımıza hizmet etmesi gerekir» derler.
Onu yakalayıp boynuna ip geçirdikten sonra ağaca asarlar. Parça parça olup yere düşünceye kadar bu şekilde
kalır.
Hükümdarın tercümanı bana şunu anlattı:
«Sindli bir adam tesadüfen buralara geldi. Bir müddet hükümdarın
hizmetinde çalıştı. Kâbiliyetli ve zeki biri idi. Bir ara yerli halktan bazıları ticâret
için bir yere gitmek istediler. Sindli onlarla beraber gitmek için hükümdardan izin istedi. Hükümdar önce buna
razı olmadı. Fakat, Sindlinin İsrarı üzerine gitmesine izin verdi. Gemideküer
onun cevvâl zekâlı, akıllı bir adam olduğunu görünce birbirleri ile konuşup «Bu rabbımızm hizmetine
lâyıktır. Ona gönderelim.» dediler. Yolları üzerindeki bir ormandan geçerken adamı gemiden indirip
boynuna bir ip geçirdiler. Adamı, bu şekilde yüksek bir ağacın başına astıktan sonra
bırakıp gittiler.
Yolda yürürlerken içlerinden biri idrarını
yapmak ister ve silâhı üzerindeyken idrarını yaparsa onu soyarlar. Ü
zerindeki silâhını,
elbisesini ve her şeyini alırlar. Bu hareketini onun câhil ve kâbiliyetsiz bir kimse
olmasına yorarlar. Bu onlarda âdettir, Eğer, bir kimse silâhlarını çıkarıp bir kıyıya koyduktan
sonra idrarını yaparsa bu hareketini kâbiliyetine ve bilgisine yorarlar. Ona
dokunmazlar.
Kadınlar ve erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. »Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır. İçlerinden biri zina
ederse, kim olursa olsun, dört kazık çakıp zina edenin el
ve ayaklarını bunlara bağlarlar. Sonra" onu, boynundan
uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlar. Kadına da avnı cezayı tatbik
ederler. Kadın ve "erkeği ikiye
ayırdıktan sonra vücutlarının parçalarından her birini bir ağaca asarlar.
Kadınlar yüzerken erkeklerden kaçsınlar diye
çok çalıştıysam da muvaffak olamadım.
Hırsızı da
zina yapan gibi öldürürler.
Bulgarlar arasında beş bin kadın ve erkekten
müteşekkil, Barancer
diye tanınan büyük bir âile gördük. Hepsi de müslüman olmuşlar ve namaz
kılacak ahşap bir cami yapmışlardı. Fakat, Kur'ân okumasını bilmiyorlardı, içlerinden bir kısmına namaz kılacak kadar Kur'ân
öğrettim.
Benim elimle Tâlût adında biri müslüman oldu.
Ona Abdullah adım verdim. Bunun üzerine, «Bana, senin kendi adını vermeni istiyorum» dedi. Adını
hemen Muhammed olarak değiştirdim. Bu adamın karısı, anası ve çocukları
müslüman olup hepsi
de Muhammed adını aldılar. Ona, «El-Hamdu lillâh...» ve «Kul huvallâh ahad...»
surelerini öğrettim. Bu iki sureyi öğrenmekten dolayı duyduğu sevinç, Bulgar
hükümdarı olsa duyacağı sevinçten daha fazla idi.
Burada kitaptan sizler için seçtiğimiz orjinal sayfalarından okuyabilirsiniz. Lütfen bu kitabı alıp okursanız daha iyi olur. Bulunması gereken bir kitap bir tarih hazinesi.
XXIbn FazlanOkumak için tam ekran kutucuğuna tıkla
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil