Mevlana'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine
sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, ona,
daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladığı tarihlerde verilir. Bu isim
sems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yı sevenlerce kullanılmış;
Adeta adı yerine sembol olmuştur.
Rumi, Anadolu demektir.
Mevlana'nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyillarda Diyari Rum denilen Anadolu
ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir
kismının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.
Mevlana'nın doğum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür
beldesi Belh'tir.
Mevlana'nın Doğum tarihi ise (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dır. Bazı
araştırmacıların tespitine göre, O'nun doğum tarihi 1182'dir.
Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nın annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı
Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanlığı) hanedanından
Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dır.
Babası, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvanı ile tanınmış, Muhammed
Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin
Hatibi'dir. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı
siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak
zorunda kalmış Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve
yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrılmıştır.
Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuş burada tanınmış mutasavvıf
Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmışlardır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen
Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye
hareket etmiştir. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a
uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile
Lârende'ye (Karaman) gelip Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları
medreseye yerleşmişlerdir.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl
kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile
Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi
adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir
çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu
evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun
adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği
altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile
donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu
Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd
idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya
davet edip ve Konya'ya yerleşmesini istemiştir.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228
yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem
bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis
ettiler.
Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etmiştir. Mezar yeri
olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçilmiştir. Halen müze olarak kullanılan
Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolunmuştur.
Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın
çevresinde toplanmış Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak görmüşlerdir.
Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde
vaazlar vermeye başlamıştır.
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşmıştır. Mevlâna
Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı
nurlarını" görmüştür. Ancak beraberlikleri uzun sürmemiş Şems aniden
ölmüştür.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17
Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiştir.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman
sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü
veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına
ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla
"İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti
kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.
Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de
büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya
hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı
seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.
Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî"
denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir. Mevlâna
Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin
Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da
gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de
yazarmış.
Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278
tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir.
Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini,
birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr
"Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir.
Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı
Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça,
Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir)
ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr'in
beyit adedi 40.000 i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini
Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda
yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerin.e nasihat
için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise
açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu
mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi
yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer
vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı
kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı
yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir.
Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser
Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled
tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu
bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme
alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser
aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve
cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular
işlenmiştir.
(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi
meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın
vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş,
ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi
yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna,
yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla
kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç'daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili
kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.
Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha
geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi
meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile
başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle
cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen
kullanılmıştır.
Mevlana´dan
İnciler
Sermâyesi kanaat olan
kişinin; her yaptığı iş, tâ’at olur, ibâdet sayılır. Onun yemesi, içmesi,
uyuması, Hakk’ın emrini tutması, yerine getirmesi içindir.
Sakın Hak’tan başkasını
dost edinme! Çünkü halkın dostu olmak, halkın gözüne girmek ömürsüzdür, ancak
yarım saat sürer.
Bir adamın birçok hüner,
fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu?
Vefâsı var mı? Ası ona
bak! Hakla ettiği sözleşmeyi yerine getiriyorsa, insanlara verdiği sözde
duruyorsa, vefâlıysa onu istediğin kadar öv! Onun iyi vasıflarını bir bir say!
O, senin övgünden,
saydığın meziyetlerden daha üstün bir kişidir.
Şöhret âfettir; şöhret
peşinde koşmak, iyi tanınmak için uğraşmak, insanlığa yakışmaz.
Eğer sen hakikati, aşk
incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, deniz dalman, derinliklere inmen
gerek! Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.
Kötü huy kılavuzun
oldukça mutlu olacağım sanma! Sen sabaha kadar gaflet uykusundasın, ömürse
kısadır. Korkarım ki, sen bu uykudan uyanınca gündüz olur.
Haydi şu
benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça, bir
habbesin, bir zerresin fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın,
bir madensin!
Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde de aynı yağ
bulunmaktadır. Dünya da çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin da
anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su hâlinde
akarlar.
Tevhidin ne demek olduğunu anlar da, birliğe erersen, gönülden sözü,
mânâsız düşünceleri söküp atarsan, can, mânâ gözü açık olanlara haberler
gönderir, onlara gerçekleri söyler.
Sende bulunan beş duygu
ışığını, gönül nuruyla aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil. Gönlünse
yedi âyetten ibâret olan Fatiha Sûresi’ne benzer.
Her sabah göklerden bir
ses gelir, gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar, hakikat yolunun
izini bulur, yol alır gidersin.
Gel,
gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki
sen, bensin, ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir?
Biz
Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne
diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor?
Biz
hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücut halinde olgun bir insanın varlığında
toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız?
Aynı
vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler, yoksulları böyle hor
görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye sol elini hor görür? Her ikisi
de madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz.
Mânâların
aşk burakı, aklımı da, gönlümü de aldı, götürdü.”Nereye götürdü?” diye den bana
sor. Aklımı da, gönlümü de senin bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Ben öyle
bir revâka, öyle bir kemer altına ulaştım ki, orada ne ay gördüm, ne de gök.
Öyle
bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da, dünyalıktan çıkar, dünyalığını
kaybeder.
Mutlu
olmanın sırrını Peygamber Efendimiz’den öğren de, Allah sana ne verirse ona
razı ol. Başına gelen derde, balaya razı olur da, ses çıkarmazsan, o anda hemen
sana cennet kapısı açılır. Eğer gam elçisi sana gelirse, tanıdık bir dost gibi
karşıla, onu kucakla.
Zaten
o sana yabancı değildir, onunla aşinalığın vardır.
Sevgiliden
gelen cefaya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, merhaba, hoş
geldin de. Onu güler yüzle, tatlı sözle karşıla ki gönül alıcı o eşsiz varlık
hoşa gitmeyen çarşafını üstünden atsın da güzelliği ortaya çıksın.
Ey
benim canım, şu toprak perdesinin ötesinde, gizli bir zevk, gizli bir mutlu
yalayış vardır. Her şeyi gizleyen bu örtünün altında, yüzlerce güzel Yusuflar
vardır. Bu ten, bu görünen beden ortadan gidince, asıl varlığın olan ruhun
kalkar.
Ey
sonsuz olan ruh, ey fani olan ten! Bu halin nasıl olduğunu anlamak istersen,
her gece kendine bak. Uykuya dalınca tenin ölmüş gibidir. Ruhunsa cennet bahçelerine
kanat çırpmaktadır.
Pişman
olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durursun! Nihayet bu
pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun! Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer,
öbür yarısı da pişmanlıkla heder olur gider! Bu fikri, bu pişmanlığı terk et
de, daha iyi bir hâl,
daha
iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!
Köpeklerin ağzı deydi diye deniz kirlenmez.
Şu
tenimiz ruhumuzun bir köşküdür. Orası bir tepe, bit yıkık yer değildir. Ruhumuz
bizim biricik dostumuz, yârimizdir. O, bize hiçbir zaman yabancı olmaz. Gönül
yolu, korkunç bir çölden geçer. Yürekli bir er, Rüstem gibi bir yiğit olmayan
oraya nasıl varabilir?
Oraya
varacak kişi, bir pehlivan gibi hasmını yere vuran, çeşitli gıdalarla bedenini
besleyen, kuvvetli, güçlü kişi değildir. Oraya varacak kişi, nefsini yenen,
kendi benliğini yıkıp alt eden, dünya âşığı değil, Allah âşığı olan kişidir.
Böyle bir kişinin bedeni mezara girince; mezarın toprağı ile örtülünce, o
bedenden tohum nasıl başverir yücelirse, tıpkı onun fini Hak tarafından kabul
edilmiş ağacı yükselir, boy atar. Nurlu bir gönül erinden başka, o nura âşık olan
kimdir? Aşk mumu, pervanenin gönlünden başka neyi yakar?
Hazret-i Pir Mevlâna
Celaleddin Belhî / Rumî
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]
MESNEVİ - i ŞERİFİNDEN
SEÇMELER
[ Bu sayfanın
oluşturulmasında kaynak olarak Şefik Can
tarafından hazırlanan ve Ötüken Yayınları arasında basılan Mesnevi
tercemesinden yararlanılmıştır... ]
“Ten candan, can da tenden gizli değildir.
Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.”
“Hakk âşıkları, muhabbet deryâsının
balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes
suya kandı, nasibi olmayanın da günü, uzadıkça uzadı.” (S.14)
“Rûhen yükselmemiş, ham kalmış kişi, yetişkin,
olgun kişinin halinden anlamaz. Öyle ise sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm.”
“Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan
kendini kurtar da,hür ol, ey oğul ne zamana kadar altının, gümüşün esiri
olacaksın?”
“Rızıklar denizini, bir testiye dökecek olsan,
ne kadarını alır? Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su...”
“Topraktan yaratılmış olan bedenimiz, aşk
yüzünden göklere yükseldi. Dağ bile çevikleşti, oynamaya başladı.”
“Ey âşık! Aşk Tûr Dağı’na can olunca, Tûr mest
oldu, kendinden geçti, Mûsâ da düşüp bayıldı” (S.15)
“Fakat kendi dilinden anlayanlardan, kendi
dilini konuşanlardan uzak düşen kimse, yüzlerce dil, yüzlerce nağme bilse, yine
dilsiz olur, susar.”
“Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey,
sevgilinin tecellîsinden ibârettir, onun yarattıklarıdır.Onun kudretini,yaratma
gücünü göstermektedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak
sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur.”
“Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli,
isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun
ona...” (S.16)
“Fakat, gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah
aşkı, rûhda olsun, gözde olsun, her an goncadan daha taze olarak durur.” (S.17)
“Hekîmler, gurura, benliğe kapıldılar da, her
şeyi kendi ellerinde sandılar. İnşaallah (=Allah İsterse) iyi ederiz, demediler
Bu yüzden Cenâb-ı Hakk onlara, insanların âcizliğini, Allah’ın izni olmadan insanların
bir şey yapamadıklarını gösterdi.” (S.18)
“Kendimizi kontrol ederek, Cenâb-ı Hakk’tan,
edebli bir insan olmak hususunda bizi başarıya ulaştırmasını niyâz edelim.
Çünkü edebi olmayan Allah’ın lûtfundan mahrum kalır.”
“Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş
olmaz, belki edebsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.” (S. 25)
“Dost yolunda edebsiz, korkusuz olan kişi,
başkalarının da yolunu vurmuş olur. Böyle kişi mert değil nâmerttir.”
“Edepteb dolayı bu gökler, nûra gark olmuştur.
Melekler de edeblerinden ötürü temiz ve masum olmuşlardır.”
“(19) Misâl âleminin yâni maddî âlemin
hayalleri, bir bakıma Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsidir. Böyle
oldukları için, bu hayâller, velîleri kendilerine çeker. Kendi güzellik ve
yüceliklerine kul, köle ederler. Erenler böyle bir güzele kul, köle olmanın
mânevî zevki içinde, ilâhî hakîkate doğru yol alırlar.” (S.26)
“Ey arkadaş, sûfî, bulunduğu vaktin oğludur.
Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarîkat anlayışına uymaz.”
“Yoksa sen, sûfî bir er değil misin? Veresiye
veriş ile elde bulunana yokluk gelir.” (S.27)
“Ona dedim ki: “Eğer sevgili, bütün
sırlarından soyunup meydana çıkarsa, ne sen kalırsın, ne de maddî varlığın
kalır.”
“Arzu et, iste, ama o arzu ölçülü olsun. Bir
saman çöpü bir dağı kaldıramaz.”
“Bu âlemi aydınlatan güneş yörüngesinden
çıkıp, biraz dünyaya yaklaşacak olsa, her şeyi yakar, kül eder.” (S.28)
“(22) Cemâleddin Sâvî adında birisinin kurduğu
tarikata mensup kişiler, melâmî meşreb olduklarından halk tarafından hor görülmeleri
için “çehar darb” yaparlarmış. Dört vuruş yani saçlarını, sakallarını,
bıyıklarını, kaşlarını ustura ile tıraş ederlermiş. Başları cascavlak olduğu
için bunlara Cevlâkî derlermiş. Belli ki dükkâna gelen derviş bir Cevlâkî
imiş.” (S.29)
“Bütün insanlar, velileri kendi nefisleri ile
kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebepten ötürü, Allah’ın seçkin
kullarından pek az kimse haberdar olabildi.” (S.30)
“Şu da bir gerçektir ki; kötü kişinin Arş
titrer. Allah’tan korkan muttakî kişi de kötü meth edilince, meth edn kişi
hakkında fenâ bir zanna kapılır.”
“Kalp altını da, hâlis altını da mihenk taşına
vurmayınca ayarını anlayamazsın.”
“Allah, her kimin rûhuna, iyiyi kötüden ayırma
kabiliyeti vermişse, o kimse gerçek imanı, şüpheden ayırabilir.” (S.31)
“Hikmetinden sual sorulmayan Hakk’ın işini kim
anlayabilir? O işin hakîkatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak
anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.” (S.32)
“Bu çeşitli yüzlerin her birine dikkatle bak,
onların vasıflarını, nice olduklarını aklında tut. Belki sûfîlik yolunda
hizmette bulunurken yüz tanır olursun da, yüzüne baktığın kimselerin mânevî
kimliklerini anlarsın.”
“Etrafında insan yüzlü bir çok şeytan vardır.
Bu sebeple, her ele el vermek, her ele bağlanmak, intisab etmek uygun
değildir.”
“Rûhan düşük, alçak bir kişi, bir takım saf
kimseleri kandırmak için velilerin sözlerini çalar.” (S.33)
“Sen, uyanık kaldıkça, uyanıklık dedikodusu
ile uğraştıkça, uykuda gizlenen rüyâlardan, rüyâlardaki konuşmalardan nasıl
mânâ kokusu alabilirsin? Görünen âlemin sırlarından nasıl haberdar
olabilirsin?” (S.40)
“Hz. Mevlâna bütün dinlerin esas itibariyle
vahdet üzerine kurulduğunu ve peygamberlerin aralarında fark bulunmadığını
anlatmak için bu hikâyeye, kendi mübârek hayaline göre yeni bir şekil
vermiştir.”
“Hz. Mevlâna’nın görüşleri hep Kur’ân esasına
dayandığı için bu hikâyede de bilhassa şu âyetlere işâretler vardır: “Onlar,
dinlerini parçaladılar. Bölük bölük oldular. Her grup kendi inancı ile
sevinmekte ve ferahlamaktadır”, Rûm Sûresi 32.”
“(38) Rivâyete göre Hz. İsâ gençliğinde
boyacılık edermiş. Boyanmak üzere getirilen elbise ve kumaşları o küpe atarmış,
elbise ve kumaş sahibi hangi rengi istiyorsa, onun elbisesi yahut kumaşı
istediği renge boyanırmış.
Aynı küpden istenilen çeşit çeşit renklerin
çıkması Hz. İsâ’nın bir mu’cizesi olarak görülmekte... Ve mutasavvıflara
kesrette vahdeti (=çoklukta tekliği) hatırlatmakta ve bu sıbğatullah (=Allah
boyası) olarak ta’rif edilmektedir. Hz. İsâ’nın küpünden renk renk kumaşlar
çıktığı gibi Vahdet Küpü’ndende türlü türlü renk ve şekillerde mahlukların
zuhur eylemiş olması ile eşyada görülen bu kesretin (=çokluğun) yegâne
menbaının vahdet olduğu anlatılmaktadır.” (S.43)
“Dostun, dostlarla buluşması hoştur. Sen de
mânâyı yakala, eteğinden tut, sûret, görünüş inatçıdır, serkeştir.”
“İnatçı sûreti, görünüşü eziyetle, riyâzetle
erit ki onun altında gizlenmiş bulunan Vahdet Hazinesi’ni görebilesin.”
(46) Mu’tezile inancında olanlar,Allah’ı
görmenin imkânsız olduğuna inanırken, sünnet ehli, peygamberimizin; “Ayın
ondördüncü gecesi, ayı semâda gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.” Hadîsine
göre Hakk’ı görmenin mümkün olduğu kanaatındadırlar. Hakk, kendi âşıklarına,
kendini müşâhede etme lütfunda bulunur da, böylece Hakk’dan ayrı düşmenin
verdiği ümidsizliği, kalb kırıklığını giderir, onların gönül yaralarını tedavi
eder. Ezelî inâyeti ile ona yardım eder.” (S.46)
“Biz bütün kâinata, tek bir cevher halinde
yayılmıştık, orada hepimiz de başsızdık, ayaksızdık.(47)
(47) Ezelde, bütün rûhların bir kaynaktan geldiklerini
anlatmak için Hz. Mevlâna’nın; “Tek bir cevher halinde yayılmıştık.” Diye
buyurması peygamber efendimizin şu meâldeki bir hâdisinden mülhemdir: “Allah’ın
ilk yarattığı beyaz bir inci idi.” Bu beyaz inciye ‘Hakîkat-i Muhammediye’,
deniliyor.”
“Bu âlemde görülen bölünmeler, tefrîkalar,
imtiyazlar o âlemde yoktu. Biz o âlemde Ehâdiyyet Mertebesi’nde, güneş gibi her
tarafa nûr saçan bir cevher idik. Su gibi berrak ve saf bir halde bulunuyorduk.
(48)
(48) Cenâb-ı Hakk’ın, Gayb-ı Mutlak’ın meydana
çıkmayan, belirmeyen ilk zuhur mertebesine ârifler, Ehadiyyet Mertebesi
demişlerdir. Bu mertebeye gaybü’l-gayb (=bilinmeyenin bilinmeyeni), kenz-i
mahfî (=gizli hazine) de denir.”
“O güzel ve lâtif nûr sûrete gelince, şekle
bürününce, kal’a burclarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi.”
“Burcları mancınıklarla yıkın da, birbirinden
bölünenlerin, ayrılanların arasındaki fark kalksın.”
“Ben, bu sırrı etraflıca açıklamayı, anlatmayı
çok isterdim ama, zayıf akıllı birisinin ayağının kaymasından, inkâra
düşmesinden korkarım.” (S.47)
“Bizim alıp verdiğimiz bu nefesler de, bizim
canlarımızı, tıbkı onun gibi azar azar dünya hapishanesinden çalar götürür.”
“Candan, gönülden söylenen güzel sözler,
dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin
bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır.”
“Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş
sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk
âlemine varır.”
“Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı,
Allah’ın rahmeti eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir.”
“Gerçeği anlayabilmek için ashabdan bazıları
Resûl-î Ekrem (s.a.v)’den insanı azdıran nefsin hilesine dâir bilgi
isterlerdi.”
“Sahabenin araştırıcı olanları, kılı kırk
yaranları, Peygamberimiz Efendimiz’in, nefsin hilesi hususundaki beyanları
karşısında hayran kalırlardı.” (S.49)
“Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay, fakat
nefis putunu kırmayı kolay sanmak, bilgisizliktir, bilgisizlik.”
“Şeytan, Hz. Âdem’e hased ettiği için, ona
secde etmeğe utandı. Hasedden ötürü, kendini saadetten mahrum kıldı.”
“Hakk yolunda hasedden daha zor, daha
tehlikeli bir geçit yoktur. Gönlüne hasedi sokmayan kişi ne mutlu kişidir.”
(S.50)
“Beden, hased evidir, ama, Allah, kâmil
insanların bedenlerini tertemiz etmiş, arındırmıştır.”
“ “Evimi temizleyin” âyet-i kerîmesi, vücud ve
rûh temizliğini emreder. Gerçi, vücud topraktan yaratılmıştır. Fakat, hakîkatte
vücud bir nûr hazinesidir.” (51)
“(51) Evimi titizlikle temizleyin diye İbrâhim
ve İsmâil’e de kuvvetli bir emir vermiştik.” Bakara 125. âyete işâret var.”
“Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül
kesilen sevgili peygamberimizin; “Namaz ancak kalb huzuru ile tamam olur.”
hadisini hatırla da nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuru ile
namaza başla.” (S.51)
“Allah’ım, sen her gece rûhları ten tuzağından
azad eder, onları dünyaya âit işlerden, hâtıralardan kurtarırsın.”
“Rûhlar, her gece ten kafesinden kurtulurlar
da, kimsenin hükmü altında bulunmadan, kimseye hükmetmeden hürriyete
kavuşurlar.”
“Ârif olan zâtın hali, uyanık iken de
böyledir. Yâni ârif olan, uyanık iken de dünyaya karşı uykudadır. Cenâb-ı Hakk,
Ashab-ı Kehf hakkında da; “Onlar uykuda idiler.” (56) tâbirini kullanmıştır. Bu
nasıl olur? deme.”
“(56) Kehf Sûresi’nin 18. âyetine işâret var.”
(S.53)
“Halkın canları, nedeni, niçini olmayan bir
sahraya, “Rûhlar âlemine” gider. Rûhları rûhlar âleminde, bedenleri de
yattıkları yerde istirahat eder.”
“Sonra, İlâhî bir işâretle, bütün rûhları,
tekrar ten tuzaklarına getirir, onları iyi ve âdil insan olmaya dâvet eder.”
“Vaktaki seherin nûru görünür, felek akbabası
altın kanatlarını çırpar, sabah olur, güneş doğar.”
“Sabahın yaratıcısı olan Allah, İsrafil gibi
bütün rûhları alır o ülkeden, rûhlar âleminden şu görünen âleme, sûret âlemine
getirir.”
“Etrafa dağılmış, yayılmış olan rûhları ten
ile, cesed ile bağlar. Böylece bedenleri,tekrar rûhlara hamile yapar, gebe
bırakır.”
“Geceleri insanlar uykuya dalınca can
atlarının beden eğerlerini soyar alır. “Uyku, ölümün kardeşidir.” hadisinin
sırrı budur.” (57)
(57) Şârihlere göre,geceleri beden eğerinden
kurtulan can atının sabah olunca tene geri gelmesini sağlayan uzun ip bir
semboldür. Bu uzun ipin vazifesini tende kalan hayvânî rûh görür. Hz.Ali efendimizin;
“Rûhlar, bir şua vasıtasıyla bedenlere bağlı kalırlar.” sözü, bu konuya ışık
tutmaktadır.”
“Fakat sabahleyin tekrar gelmeleri ve tenle
ilgilenmeleri için rûhların ayağına uzun bir ip bağlar.”
“Bağlar ki gündüz olunca o mânâ âlemi
çayırlığından geri gelsinler, tekrar kulluk yükü altına girsinler.” (S.54)
“Kim, şu madde dünyasına daha çok düşkünse ve
dünya işlerinde daha çok uyanıksa, o, aslında ötelerden habersiz derin uykulara
dalmıştır. Mânevî âleme gözleri kapalı olan böyle bir kişinin normal uykusu,
daha az kötülük yapacağı için, uyanıklıktan hayırlıdır.”
“Eğer, rûhumuz, Allah’a karşı Allah ile uyanık
değilse, Allah’tan gafilse, akılla hisle uyanık oluşumuz, Hakk yolunda bize
engel olur, perde olur, bizi ilâhî te’sirden uzak bırakır.”
“Yaşayışımız icabı her gün, bir çok
kuruntularla, hayallerle örselenmekte, kârımızı zararımızı düşünmekte, eldeki
malımızın yok olmasından korkmaktayız.”
“Asıl, uyuyan o gâfildir ki, gönlüne gelen
şehevânî duyguları, nefsânî vesveseleri canlandırır, onlarla beraber yaşar.
Kapıldığı hayalleri hoşuna gider, onu ümide düşürür, âdetâ onlarla konuşur.”
(S.55)
“Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu
âlemden ölmüş, kendini tamamiyle Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini
tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın.”
“Allah, senin gözüne, kendi görüş nûrunu
verirse, gözünde bu âlem gibi yüzlerce âlem peydahlanır.” (S.56)
“Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok
büyük ve nihayetsizise de, bilmiş ol ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre
bile değildir.”
“Gerçekten de bu cihan, sizin canlarınızın
hapishanesidir. Siz, asıl kendi yurdunuzun bulunduğu tarafa doğru gidiniz.”
“Rûh, seni çok yukarlara, göklerin ötelerine
götürürken sen, su ve balçık tarafına yönelerek, esfel-i sâfilin, aşağıların
aşağısına düşmüşsün.”
“Hırs atını yıldızlara doğru sürmüşsün. Onlara
dâir bilgiler elde ediyor, mesafeler ölçüyor, yeni yeni yıldızlar keşf
ediyorsun da, kendini keşf edemiyorsun. Meleklerin secde ettikleri Âdem’i
tanımıyorsun.” (S.57)
“Sen bu beytin tefsirini Kur’ân-ı Kerîm’den
oku. Cenâb-ı Hakk, Hz.Peygamber’e; “Attığın zaman sen atmadın!” diye buyurdu.”
“Gerçi görünüşte ok atan biziz, fakat
gerçekte, ok atış bizden değildir. Aslında biz yayız, yayı çekip oku atan
Allah’tır.”
“Yanlış anlaşılmasın... Bu söylenilen sözler
cebir değildir. Allah’ın Cebbâr isminin tecellîsidir. Cebbâr isminin anılması
da Hakk’a yalvarmak, yakarmak ve niyâz içindir.” (S.58)
“Ledün ilminden , o yüce ilimden süt
emmesinler, nasib almasınlar diye yalnız zâhire itibar eden duygu ehlinin
bilgileri kendilerine ağız bağı olmuştur.”
“Allah’ın bizim nazarımızdan gizli tuttuğu,
nice çirkin, güzel mahlûkâtı vardır ki onlar her an gönül kapısını çalar
dururlar.” (68) (S.59)
“(68) Şehvet duyguları, şeytânî vesveseler,
nefsânî hatıralar, kin, nefret, kıskançlık zaman zaman gönül kapısını çalarlar.
İçeri girmek isterler. Bazen de, ilâhî ilhamlar, rahmanî duygular, bizi mânen
uyandırmak için gönül kapımıza gelirler. İbn-i Mes’ud (r.a.)’den şu anlamda bir
hadîs rivâyet edilmiştir: “Gerek şeytan ve gerekse melek tarafından insana bir
fikir, bir ilham gelir. Bu sebeple kendi gönlümüzde, hayra dâir bir teşvik
bulursak, bunun melekten geldiğini bilmeli ‘Elhamdülillah’ demeli, şerre dâir
bir fikir bir duygu gelirse, bu duygunun şeytandan geldiğini anlayarak ‘Eûzü’
çekmeli ve şeytanın şerrrinden Allah’a sığınmalıyız.” (S.59-60)
“İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî
düşünceler, hayâller, vesveseler kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu
dikenler, bir kişiden değil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.”
(S.60)
“Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o
gülüş, sana içindeki dânelerden haber versin.”
“Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o
gülüş, can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir.”
“Mukallidin, sahte şeyhin gülüşü, lâlenin
gülüşü gibi uğursuzdur. Ağzını açınca, içinin siyâhlığı görünür.”
“Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür.
Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar.”
“Gönül seni gönül ehlinin, âriflerin
mahallesine doğru çeker, ten ise seni su ve çamur hapsine koymak ister.”
“Aklını başına al da, bir gönül arkadaşının
sohbeti ile gönlüne gıda ver. Git, ikbali, mânevî gücü, bir ermişten, bir ikbâl
sahibinden iste.”
“Eğer insan, şekli ile sûreti ile insan
olsaydı; Hz. Ahmed (s.a.v.) Efendimiz ile Ebû Cehil bir olurdu, aralarında fark
olmazdı.” (S.61)
“Ben de senden doğmayı ölüm sanmıştım, senden
ayrılacağım diye pek çok korkmuştum.”
“Fakat doğunca, pis, daracık bir zindandan
kurtuldum. Günün ışığına çıktım. Havası hoş, rengi güzel bir dünyaya geldim.”
(S.62-63)
“Allah, birisinin perdesini yırtmak, ayıbını
örtmek isterse, onun gönlüne, temiz kişileri kınama isteği verir.”
“Allah, bir kimsenin de ayıbını örtmek
isterse, o kişi nefs yüzünden kirlenmiş, günahlara, ayıblara bulanmış
insanların bile ayıblarını görmez, söylemez olur.”
“Allah bize yardım etmek dilerse, gönlümüze
yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir.”
“Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür.
Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül ne mübârek bir gönüldür.” (S.64)
“Her şeyin aslı sayılan, dört unsur (hava,
toprak, ateş, su) bunlar birer emir kuludur. Bunlar bana karşı, sana karşı
ölüdür. Fakat Hakk’la diridirler. (79)”
“(79) İsrâ Sûresi’nin 44. âyetinde olduğu gibi
Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyetlerde, göklerde ve yerlerde bulunan her şeyin
Allah’ı tesbih ettiği bildirilmektedir. Tesbih için bütün varlıkların diri
olması gerekir. Bu günün müsbet ilmi de her maddenin atomunun bir çekirdek
etrafında hızla döndüğünü ortaya koymuştur. Canlı olmayan nasıl dönebilir?
Mevlevî evradında bulunan şu cümleleri dikkatle okursak bu beyitlerin ifade
buyurduğu hakîkat daha iyi anlaşılır: “Allah’ım, gecenin karanlığı, gündüzün
aydınlığı, güneşin ışıkları, ayın nûru, suların şırıltıları, ağaçların
hışırtısı, gökteki yıldızlar, yeryüzünde topraklar, dağların kayaları,
çöllerdeki kumlar, denizlerin dalgaları, denizlerde ve karalarda yaşayan bütün
hayvanlar, bütün varlıklar hepsi hepsi seni tesbih etmektedirler.” (S.65)
“Böylece ecel rüzgârı da, âriflere, Yusuf
(a.s.)’ın gömleğinin kokusu yahut gül bahçesinden gelen rüzgâr gibi yumuşak,
güzel eser.”
“Senin Hakk’ı tesbih edişin, aslında sudan ve
topraktan yaratılmış vücudunun bir buharı, bir nefesidir. Ancak, bu nefes
gönülden gelince, cennet kuşu gibi kanatlanır, yükselir.”
“Tûr Dağı, Musa (a.s.)’ın nûrundan aşka geldi,
oynamaya başladı, olgun bir sûfî oldu, hatadan, noksandan kurtuldu.”
“Dağın aziz bir sûfî olup oynaması şaşılacak
bir şey değildir. Mûsâ’nın teni de aslında Tur Dağı gibi toprak değil mi idi?”
“(83) Şeybân-ı Râ’î, İmam Şâfiî ile çağdaşbir
veli. Mısır’da yaşamış. Çobanlık yaparmış. İmam Şâfiî bu çoban velinin
huzurunda diz çökerek bir talebe gibi oturur, ona sualler sorarmış. Bu duruma
hayret edenlere Şâfiî hazretleri; “Ben kitap ilmini biliyorum, O Allah ilmini
biliyor.” Dermiş.” (S.67)
“Arslan; “Evet”. Dedi. “Tevekkül doğrudur.
Fakat, bir de peygamberlerin ve müminlerin çalışmalarına bak .”
“O mübârek insanlar, türlü cefâlar, mihnetler
çektilerse de yılmadılar, Allah, onların uğraşmalarını, didinmelerini boşa
çıkarmadı.”
“Onların tedbir ve çare aramaları, her zaman
hoş ve latîf oldu; zâten güzelden ne gelirse güzeldir.” (S.69)
“Ey mânâ yolunun isteklisi, ey Hakk âşıkı,
gücün yettikçe peygamberlerle, velilerin yolunda bulunmaya çalış.” (S.70)
“Hz. Peygamber efendimiz; ‘Ey tedbir sahibi
kişi, bir kere de güvendiğin bir kimseye danış.’ diye buyurdu.”
“Şu üç şey hakkında dudağını az kımıldat:
Fikrini, kanaatını, paranı, bir de mezhebini kimseye söyleme.”
“Çünkü bu üç şeyin düşmanı çoktur. Düşman
bunları bilince sana pusu kurar.”
“Bir sırrı, bir iki kişiye söyledin mi, artık
o sırra veda et. İki kişiyi aşan bütün sırlar, yayılır, gider.” (S. 71)
“Halbuki gönül dili, mahremlik dili,
karşılıklı içten anlaşma dili, bambaşka bir dildir. Hiçbir dile benzemez. Gönül
birliği, dil birliğinden daha üstündür.” (S.78)
“Allah’ın hükmüne ve takdirine karşı ölü gibi
olmak gerek ki, sabahın Rabbi olan Allah’tan bir kahır yarası almıyasın” (S.80)
“Ey işin aslını arayan kişi, şu hakîkatı iyi
bil ki, kimde aşk derdi varsa, kimin gözü yaşlı, gönlü yaralı ise o, ilâhî
sırlardan koku alır.”
“Kim daha uyanıksa, o daha çok dertlidir. Kim
hakîkati daha iyi anlamışsa, onun beti benzi daha çok sararmıştır.” (S.84)
“İnsan oğlunun babası olan Hz. Âdem; “Adları
öğretti.” Âyetinin emîridir. Onun her damarında yüzbinlerce ilim vardır.” (104)
“(104) Bakara Sûresi’nin 31. âyetine işâret
ediliyor.”
“Ezelde her şeye ne ad verilmişse, Hz. Âdem,
onu kendi adı ile bilmiş, hem de o şeyler, sonuna kadar, ne hale gelecekse hepsi
ona bildirilmişti.” (S.86)
“Bize göre her şeyin adı, görünüşüne uygundur.
Nasıl görünüyorsa, biz ona öyle deriz. Fakat Allah’a göre adlar, onun iç
yüzüne, sırrına, hakîkatine tabîdir.”
“Hz. Mûsâ’ya göre elindeki sopanın adı âsâ,
Allah’ın nazarında ise ejderhâ idi.”
“Hz. Ömer’in adı, önceleri putperestti. Fakat
Elest Âlemi’nde ismi mümindi.”
“Hâsılı ind-i ilâhîde sonumuz ne olacaksa,
hakîkatte Allah’ın bize verdiği ad ve sıfat odur.”
“Cenâb-ı Hakk, insana âkibetine, sonuna göre
bir ad koyar, onun koyduğu ad, halkın koyduğu muvakkat ad, eğreti ad değildir.”
“Âdem (a.s.)’ın gözü pâk olan basiret nûru ile
bakınca, isimlerin rûhu, sırrı, iç yüzü ona belirdi.” (S.87)
“Aradığımız sevgilimiz, canımız, apaçık
ortadadır. Ve bize çok yakındır. Bu yüzden onu göremiyoruz, bu yüzden o
kaybolup gitmiştir. İnsan da içi su ile dolu, fakat ağzı kuru bir küpe benzer.”
“Aslında, senin kendi gözündeki nûr da,
gönlünün nûrunun aksidir. Çünkü, göz nûru, gönüllerin nûrundan meydana gelir.”
“Gönül nûrunun nûru, Allah’ın nûrudur.
Allah’ın nûru ise, akıl nûrundan, duygu nûrundan pâktır, tamamıyla ayrıdır.”
(S.89)
“Cenâb-ı Hakk, eziyeti, gamı; gönül hoşluğu
nedir anlaşılsın diye gönül hoşluğuna zıt olarak yarattı.”
“Gizli şeyler, hep zıtları ile meydana
çıkıyor, görülüyor. Cenâb-ı Hakk’ın zıttı olmadığından, o dâimâ görünmeyecek,
gizli kalacaktır.”
“Hiç şüphesiz, bizim gözlerimiz O’nu idrâk
edemez, kavrayamaz. Fakat O, bizi görüp idrâk eder. Sen bunun sırrını Hz. Mûsâ
ile Tûr Dağı vakasından anla. (111)”
“ (111) A’râf Sûresi’nin 143. âyeti ile En’am
Sûresi’nin şu meâlde olan 103. âyetine işâret var: “Allah’ı gözler idrâk
edemez. O ise gözleri idrâk ve ihâta eder. Allah latîfdir, habîrdir.” (S.90)
“Şu halde, sen her lahzada, bir göz açıp
kapamada ölüyor, tekrar diriliyorsun. Hz. Mustafa (s.a.v.) Efendimiz; “Dünya
bir andan ibâretttir.” diye buyurdu.”
“Cümle âlem, her an yok olur gider. Sonra
tekrar, varlık âlemine dönüp beka şeklinde görünür. Âlemin varlığı, dâima gidip
gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden hâli değildir.”
“Her nefeste, dünya ve dünyada bulunan her şey
yenilenir. Âdetâ, her an ölür ve dirilir. Fakat biz, onu hiç değişiklik
olmadan, duruyor görürüz de bu yenilenmeden haberimiz bile olmaz.”
“Bütün bunlara akıl ermez. Ey can, bu âlemin
direği gaflettir. Akıllı olmak, her şeye akıl erdirmek, bu dünya için âfettir.”
(S.91)
“Eğer mümin, Allah’ın nûru ile bakmamış
olsaydı, bazı gizli halleri, ona nasıl olurdu da apaçık görünürdü?”
“Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın, kötülük hususunda
başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?”
(S.95)
"Hakk yolunda yürüyen kişinin uyanık
olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar
vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak bir çok tanınmış, parlak isimlerde
mânâ kıtlığı, mânâ uymazlığı vardır. Bir çok kişiler, adlarının adamı değildir.
Görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:
“Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara
benzer. Onların kulağı okşayan, fakat rûhânî olmayan güzel sözleri, ömrümüzün
suyunu emen kumdur.”
“Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş
sözler olduğu gibi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az
bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilâhî sırları meydana vuran kumu ara.”
(S.96)
“Evlâdım, işte yukarıda anlatılan o kum Allah
adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a
ulaşmıştır.”
“Hikmeti, hakîm olan, ârif olan üstün bir
varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.”
“Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet
kaynağı olur da, artık o, çalışmaktan, sebeplere baş vurmaktan kurtulur.”
(S.97)
“Artık, dışta bulunan düşmanla, savaşmaktan
dönünce, içteki düşmanla savaşmaya; nefsimi yenmeğe yöneldim.”
“En küçük bir savaştan döndük ama, peygamberle
beraber en büyük savaştayız.”
“Şu nefsin Kaf dağını, iğne ile yerinden
kaldırabilmek için Hakk’tan güç, kuvvet dilerim, başarı niyâz ederim.”
“Her yaprak, her meyve, kendi tomurcuğunun
dili ile ayrı ayrı Allah’a şükreder:
“İhsan, iyilik sahibi Allah, bizim kökümüzü
besledi, ağaç da o kökten kuvvet alıp kalınlaştı. Doğrulup yükseldi.” (S.99)
“Su ve toprak içinde mahpus bulunan, yâni
balçığa saplanmış kalmış olan canlarımız da balçıktan kurtulunca neşeli bir
halde,
“Hakk’ın aşk ve muhabbet havası içinde, neşeli
neşeli oynarlar, ayın ondördü gibi noksansız ve tastamam bir hale gelirler.”
“Onların tenleri oynayıp durur, canlarının
nasıl olduklarını sorma. Hele cismaniyeti kalmamış, tümden can kesilmiş
olanların halinden hiç sorma, onları anlatmaya imkân yoktur.” (S.100)
"Kim Allah’tan korkar ve takva yolunu
tutarsa, onu gören cin de, insan da ondan korkar.” (S.101)
“Sonra ona, ince, derin mânâlı sözler söyledi.
Nerede olursak olalım, hep bizimle beraber bulunan ve bizim en yakın, en iyi
dostumuz olan Allah’ın pak sıfatlarından bahsetmeğe başladı.”
“Elçi, makam ve hali öğrensin diye, ona,
Cenâb-ı Hakk’ın Ebdallar hakkındaki iltifat ve ihsanlarını anlattı.”
“Sofilerden hal sahibi olanlar çoktur. Fakat
onlar arasında makam sahibi olanlar pek azdır.
“Hz. Ömer elçiye, can menzillerinden haber
verdi ve rûhun yolculuklarından bahsetti.”
“Zamanın da ötesinde bulunan zamandan,
ululuklarla dopdolu kutluluk makamından ,
“ Can Zümrüd-i Ankasının, şu dünyaya gelmeden
önceki hudutsuz uçuşlarından söz açtı.”
“Hz. Ömer dışı yabancı gibi görünen o elçiyi,
mânen uyanık ve dost buldu. Onun rûhunun ilâhî sırlara tâlib olduğunu anladı.”
(S.102)
“Topraktan yarattığı bedene bir âyet okudu,
beden canlandı, can kesildi. Güneşe bir şey dedi, güneş parıl parıl parladı,
nûr saçıcı oldu.”
“Eğer sen, can aklının, şüpheye, tereddüde
düşmemesini istiyor isen gaflet pamuğunu can kulağına tıkama.”
“Can kulağına, gaflet pamuğu tıkama da,
Allah’ın muammâlarını anla; gizli açık, söylediği sözleri idrâk et.” (S.103)
“Can kulağı ile duymak, can gözü ile görmek;
bu bizim bildiğimiz işitmek ve görmek duygularından bambaşkadır. Akıl kulağı da
his kulağı da bu vahiy ve ilhâmın idrakindan âcizdir, yaya kalmıştır.” (S.104)
“Ekmek sofrada bulundukça cansızdır. Fakat
insanın bedenine girince enerji olur, neşeli rûh olur.”
“Sofranın ortasında, kımıldamadan duran
ekmeğin can kesilmesine imkân yoktur. Fakat boğazımızdan aşağı gidince hayvânî
rûh, onu, selsebil suyu ile yoğurur, onu canlandırır, can haline kor.”
“Ey doğru okuyup, doğru anlayan kişi, ekmeği
canlandıran, onu kudret enerjisi haline koyan hayvânî rûhun kuvvetidir; ya
canlar canının kuvveti nedir? Nasıl olur, neler yapar? Bir de onu düşün.”
“Eğer “gönül” sır dağarcığının ağzını bir
açarsa, can, arşa doğru koşup gitmeye başlar.”
“Eğer, gizli sır, söylenebilseydi, o sırra
tahammül edemezdi de bu cihan yanardı.”
“Rum elçisi, Hz. Ömer’den bu sözleri işitince,
mânevî bir neşe duydu, gönlü nûrlandı.” (S.105)
“Sözün bir fâidesi yoksa söyleme, eğer varsa,
dil uzatmayı bırak da şükretmeğe bak.”
“Allah’a şükretmek, her boynun borcudur.
Onunla, bununla kavga etmek, yüzünü ekşitmek kimseye borç değildir.” (S.106)
“Bilgisizlik, yani Allah’ın bizimle beraber
olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali,bu ihsanı bilmek, hissetmek de
O’nun bağı bahçesi, köşkü, sarayıdır.” (S.109)
“Bu karma karışık olan dünyada biz kim
oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiç bir harfle
birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zûhur eden her hareket,
her hal, O’nun esmâ ve ilâhî sıfatlarının tecellîsidir.”
“Hûlus ile, canla, başla, Kur’ân-ı Kerîm okur,
ona sığınırsan, peygamberlerin rûhları ile âşinâlık peyda edersin.”
“Kur’ân okuduğun halde, onun emirlerine
uymazsan,Kur’ân’ın ahlâkını yaşamaz isen, sana peygamberleri ve velîleri
görmenin ne faydası olur?”
“Peygamberlerin Kur’ân’da bulunan kıssalarını
okur, Kur’ân’ın emirlerini yaşarsan, can kuşuna, ten kafesi dar gelmeğe
başlar.” (S.110)
“Kafeslerinden kurtulan rûhlar,
peygamberlerdir. Onlar Hakk ve hakîkate erdikleri için, insanlara yol
göstermeğe lâyık olmuşlardır. Onların sesleri kafeslerin dışından gelir, dinden
duyulur.”
“Biz, bu daracık kafesten, diri olan bir
velîye bağlanarak dirildik de kurtulduk. O kafesten kurtulmanın bundan başka
çaresi de yoktur.” (S.111)
“Nerede o zayıf ve günahsız kuş ki, onun
gönlünde, ordusu ile beraber Süleyman bulunsun.”
“Her an ona Allah’tan yüzlerce mektup,
yüzlerce haberci gelsin. Onun bir; “Ya Rabbi!” demesine karşılık, Hakk’tan
altmış kerre; “Lebbeyk” (=buyur kulum) nidası ulaşsın.” (S.115)
“Her an da, ona özel bir miraç olsun.
Başındaki velîlik tâcının üstüne, yüzlerce tâc konsun.”
“Her ne kadar onun maddî varlığı, cismi
yeryüzünde ise de, rûhu mekânsızlık âleminde, hem de Hakk yolcularının
vehimlerine bile gelmeyen bir mekânsızlık âleminde uçsun.” (S.116)
“Rûhlar, aslında, aynı yerden geldikleri için,
Îsâ nefeslidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar,
dertlere devâ, yaralara merhem kesilirler.”
“Rûhlar, nefsânî arzulardan kurtulsalardı,
günah perdelerini yırtsalardı her rûhun sözü, Îsâ nefesi gibi diriltici
olurdu.” (S.118)
“Âdem (a.s.) yeryüzüne ağlamak, feryâd etmek,
inlemek, mahzûn olmak için geldi.”
“Eğer sen de Âdemoğlu isen, onun soyundan
geldinse, onun gibi özür dile, onun yolunda ol.”
“İnsanın nûrunu, kemalini artıran lokma, helâl
kazanç ile elde edilen lokmadır.”
“Haram lokma ise, kandilimize konunca, kandili
söndüren yağa benzer. Sen ona yağ değil su adını koy, çünkü ışığımızı
söndürüyor.”
“Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da,
merhamet de helâl lokmadan meydana gelir.”
“Bir lokmadan hased, hile doğarsa,
bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil.”
“Lokma tohumdur. Düşünceler onun mahsûlüdür.
Lokma denizdir, incileri fikirlerdir.”
“Ağıza alınan helâl lokmadan, Allah’a hizmet
ve öteki âleme gitme arzusu doğar.” (S.120)
“İnsan-ı kâmilin, kâinatın merkezi ve göz
bebeği olduğu hakîkatinin tamamını söylemeyeceğim . Çünkü merkezin sahibi olan
peygamberler, bunu men etmişlerdir.”
“O kâmil insan, her gece, yüz binlerce iyi
kötü hatıraları gönüllerden sürüp çıkarır.” (S.121)
“Sanatlar da, huylar da uykudan uyanınca koşa
koşa gelirler, sahiblerini bulurlar.”
“Haber götüren güvercinler gibi, beden şehirlerinden
uçar giderler, ötelere mektuplar götürürler. Sonra dönerler, kendi şehirlerine
gelirler.” (S.122)
“Ey teni uğruna canını yakan, ey nefsânî
arzuları için canını veren kişi! Sen canı yaktın da, bedeni aydınlattın,
neşeler verdin. Sen ebedî saâdeti, rûhanî zevki fânî olan ten zevkine fedâ
ettin.” (S.123)
“Kimi âşık görürsen, bil ki o, ma’şûktur. Yani
seven kişi aynı zamanda sevgilidir. Çünkü seven kişi, bir bakımdan âşık ise,
bir bakımdan da ma’şûktur.”
“Bu dünyada, susamış kişilerin su aradıkları
gibi, su da, dünyada susamışları arar.”
“Madem ki âşık odur, sen artık sus. Madem o
sana gizli sır söylemek için kulağını kendine doğru çekerse, sen de kulaktan
ibaret ol.”
“Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül
vermeyince, sen gönül bulamazsın.” (S.124)
“Her kulağın duymaması için, ledün sırlarına
âit sözlerden yüzde birini söyleyeceğim.”
“Can namazının mihrabı, Vahdet-i Mutlak olan
ve hakîkatlerin hakîkatini kalp gözü ile gören bir kişinin zâhiri ve taklidî
iman tarafına gitmesi bir kusur sayılır.”
“Allah, kendisinden başkasına gönül verenleri,
bilhassa dünya sevgisine kapılanları kıskanır. Kıskançlık O’nun şânındandır. Bu
sebeple kıskançlıkların aslı Allah’tandır. Bütün insanların kıskançlığı
Allah’ın kıskançlığının bir cüz’üdür.”
“Aynü’l-Kuzât-ı Hemadanî, Zübdetü’l-Hakayık
adlı kitabında: “Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk’a ulaştırırsa o kişi müslümandır.
Eğer mezhebi onu Hakk’tan haberdar etmezse o yol, küfürden de beterdir” der.
Ben beni Hakk’a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Allah’ım, benim için
mezheb Senin aşkındır. Ne zamana kadar aşkını gönlümde gizleyeceğim? Benim
arzum ne dindir, ne de mezheb. Ben Senin yolunu, ben Seni istiyorum
Allah’ım”der.” (S.125)
“Ey rûh, biz ve ben kaydından kurtulmuş olan,
ey erkekte de, kadında da söze sığmaz, gözle görülmez, latîf rûh!.”
“Erkek, kadın vahdette bir olunca, o bir olan
sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir yine sensin.”
(S.126)
“Ey yarattıklarına bol ikramlarda bulunan
Allah, doğudan yüz gösteren her sabah vakti, seni, durmaksızın akan bir nûr
çeşmesi olan güneş gibi coşmuş, kâinâta ihsanlar, lûtuflar dağıtır bir halde
bulur.” (S.127)
“Kim güzelliğini mezâda çıkarırsa, şöhret
peşinde koşarsa, başına yüzlerce belâ gelir, yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.”
(S.128)
“Allah’ın lûtfuna kaçmalı, ona sığınmalı,
çünkü O, rûhlara binlerce lûtuflarda bulunmuştur.”
“Ten, kafes şeklindedir. Fakat, ten kafesine
girenlerin ve oradan çıkanların aldatışları yüzünden, bu ten, rûhu hırpalayan
bir diken olur.” (164)
(164) Rûh, ezelde, rûh âleminde çok mutlu idi.
Oradan ayrı düşüp yeryüzünde topraktan yaratılmış olan bedene haps edilince çok
muztarip oldu. Güzelller güzeli sevgiliden ayrı düşmesi, sonra ten hapsine
girmesi onu perişan etmiştir. Bu acılar yetmiyormuş gibi yeryüzünde mahpusluk hayatını
sürdürürken, ten kafesine girenlerin ve oradan çıkanların söyledikleri bazı
sözler, hevayî meşreb ve cismânî zevklere düşkün olan teni şımartmıştır. Ve
ten, benliğe kapılarak rûhu hırpalamaktadır.” (S.129)
“Seni öven, göklere çıkaran kişi, halk arasında
kusurlarını söylerse, seni kınarsa, o kınayışın ateşinden gönlün günlerce
kanar.”
“Gerçi o, sende umduğunu elde edemediği için
aleyhinde bulunur. Sen bunu bildiğin halde...”
“Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı. Sen,
alçak gönüllü ol; hor, hakîr ol; ululuk taslama.” (S.130)
“Aman ya Rabbî! Her an yokluk âleminden,
varlık âlemine katar katar yüzbinlerce kervanlar gelir durur.” (S.132)
“Başını koydu yattı, uykuya daldı, bir rüyâ
gördü: Rüyâsında Hakk tarafından bir ses geldi. Bu sei, rûhu işitti.”
“O ses, dünyada duyulan her güzel sesin, her
nağmenin aslıdır, ses ancak odur. Başka seslerin hepsi de, o mübârek sesin
yankısıdır.”
“Türk de, Kürt de, Farsça söyleyen de, Arapça
söyleyen de o sesi, kulaksız ve dudaksız, duymuş, anlamıştır”
“Türk, Tâcik, Zenci şöyle dursun, o sesi,
ağaçlar, taşlar bile anlamıştır.” (S.135)
“Her an, Allah’tan; “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” sesi gelip duruyor, varlıkların asılları olan “cevherler” ve teferruatı
sayılan “a’raz”da bu sese evet diyorlar ve bu sesten var oluyorlar.”
“Her ne kadar, cevherlerden ve a’razdan gelen
“evet” cevabı duyulmuyorsa da, onların yokluktan varlık âlemine gelmeleri hali
“evet” demektir.” (S.136)
“Ancak, ermişlerin, azizlerin göğüslerinden
taşan mübârek seslerdir ki, İsrâfil’in suru gibi dirilticidir, ebedîdir.”
“Onların gönülleri öyle bir gönüldür ki,
gönüller, onların yüzünden mest olmuştur. Onların yoklukları öyle bir yokluktur
ki, bizim varlıklarımız, onların yokluğundan var olmuştur.” (165)
(165) Velîler, gölge varlıklarından
kurtuldukları ve yokluk mertebesine erdikleri için, tam mânâsıyla Hakk’ın
tecellîsine mazhar olmuşlardır. Bizler de kendi mânevî varlıklarımızı onların
nûru ile, onların lûtuf ve ihsanıyla idrâk edebilmekteyiz. Bu ermişlerin
yokluğu sayesindedir ki, mânevî varlığımızın zevkini ve mânâsını tanımış olduk.
Bir bakıma da velîler yoklukta var olmuşlardır.”
“Onların gönülleri her düşünceyi, her sesi
kendine çeker; ilhamın, vahyin ve sırrın lezzeti de onlardır.”
“Eğer velîlerin gönül nağmelerinden birazcık
söylersem, çürümüş bedenlerdeki
canlar, mezarlarından baş kaldırırlar.”
(S.140)
“Allah’ın sesi, ister perde ardından gelsin,
ister perdesiz gelsin... Kâmil insanın gönlüne, Hz. Meryem’in yakasından
üflemek sûretiyle verilmiş feyzi ihsan eder. (167)
(167) Şûra Sûresi’nin şu meâldeki 51. âyetine
işâret edilmektedir: “Allah, bir insanla karşılıklı konuşmaz. Ancak vahiy ile
kulunun gönlüne dilediği düşünceyi doğurarak, yahut perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder.” Yine bu beyitte Meryem
Sûresi’nin 16-21. âyetlerine işâret vardır.”
“Cenâb-ı Hakk, Hz.Âdem’e, kendi esmâ ve
sıfatını bizzat gösterdi ve bildirdi. Başkalarına ise, o esmâyı Âdem
vasıtasıyla açığa vurdu.” (S.141)
“Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz;
“Benim yüzümü görenler, beni görmüş olanları görenler ne mutlu kişilerdir.”
diye buyurmuştur.”
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Hakk’ın esintileri, güzel, temiz kokuları, mânevî lûtufları, ihsanları,
feyizleri, bu günlerde olduğu gibi, dünya durdukça vakit vakit eser durur.”
“Bu vakitlere kulak verin; aklınız, fikriniz
onlarda olsun da o güzel kokuları duyun; o lûtufları, feyizleri kaçırmayın.”
(S.142)
“İnsanlarda ayıptan başka hiçbir şey
görmiyene, ayıplar olsun. Gayb âleminden gelen temiz rûh, aynı yerden gelen
kardeşlerde, nasıl olur da ayıp görür?”
“Bu hale gelmiş velîlere düşman olanların
canları ise, tamamen şekilden, cisimden ibârettir. O tavla oyunundan kırık pul
gibi sadece bir addan başka bir şey değildir.” (S.144)
“Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Ey
ashabım, ey benim dostlarım, sakın ilkbahar serinliğinden ürkerek,
bedenlerinizi örtmeyin...”
“Çünkü, ilkbahar rüzgârı, ağaçlara yaptığı
te’siri bedenlerinize de, canlarınıza da yapar.”
“Fakat sonbahar soğuğundan kaçının, çünkü,
sonbahar soğuğu, üzüm bağlarına yaptığını size de yapar.”
“Bu hadisi rivâyet edenler, mânâsını zâhire,
görünüşe göre vermişler; bunu da yeter bulmuşlardır.”
“Bu kişilerin, candan, hadisin rûhundan
haberleri yoktur. Onlar hadisin dışında kalmışlar, içine girememişlerdir.
Onlar, dağı görmüşler de, dağdaki ma’deni görememişlerdir.” (S.148)
“Bu sebeple yumuşak olsun, sert olsun;
velîlerin sözlerini dinlemekten örtünüp kaçınma; onlara kulak ver; o sözler,
dinine destek olur.” (S.149)
“Allah’ı inkâr edenler derler ki: “Bu hal,
yâni ağaçların yapraklarının dökülmesi, sonra tekrar yapraklanması, eskiden
beri olagelen tabiî bir haldir. Bunu, ne diye kerem sahibi Allah yarattı
diyelim?”
“Onlar, rûhlarını uyandıracak hakîkatleri
dinlememek için, kendilerini işe güce vermiş meşgul bir halde gösterirler,
evliyânın yüzlerindeki nûra sırt çevirirler, şimşek parıltısına karşı gözlerini
yumarlar.” (S.150)
“Allah insana aklı, fikri, kıyas, delil
asasını, hakkı, hakîkati bulsun diye verdi. İnsan, onu başka türlü kullanmaya
başladı. Öfkeye kapıldı da, o asayı kendisine verene vurdu.”
“Sana delil ve kıyas asasını veren Hakk’ın
hidâyet eteğine sarıl; tam teslimiyetle Ona itaat ve kullukta bulun; baksana
Hz. Âdem istidlâli kendisine asa yaptığı için isyana düştü. Başına neler
geldi.”
“Bu manevî hakîkatlerin lezzeti, akla aykırı
olmasaydı, bunca mu’cizeye ihtiyaç olur mu idi?”
“Akıl, akla uygun olan her şeyi sağa sola
çekmeden, mu’cizeye ihtiyac duymadan kabul eder.” (S.153)
“Hakk’ın emrini, Hakk’a ulaşmış bir kâmilden
sor, öğren; çünkü her gönül, Hakk’ın emrini anlamaz ki.” (S.155)
Bir bedevî ile karısının hikâyesi
“Böylece, sivrisinekten tut da file kadar,
bütün mahlûkat, Allah’ın âilesi sayılır. Allah da ne güzel bir âile reisidir!”
“Gönüllerimizde bulunan ve bizi rahatsız eden
gamlar, kederler, ümitsizlikler, hep bizim varlığımızın tama’ tozundan, hırs
dumanından meydana gelir.” (S.157)
“Bu bizi kökümüzden söküp atan gamlar,
ümitsizlikler ömrümüzün orağıdır. Bu böyle oldu, şu şöyle oldu demeler, böyle
düşünmeler, şeytanın gönlümüze düşürdüğü vesveseler, kuruntulardır.”
“Sen, bizim eşimizsin; eş olan kişinin, eşinin
huyu ile huylanması gerek ki işler, yolunda gitsin.”
“Eşlerin birbirine benzemesi gerek, ayakkabı
ve mest gibi çift olan şeylere bak da bunu anla.”
“Ayakkabının bir teki, ayağa dar gelince,
öbürü de senin işine yaramaz.”
“Bir kapının iki kanadından birinin büyük,
öbürünün küçük olduğunu gördün mü? Ormandaki arslana, bir kurdun eş olduğu
görülmüş müdür?” (S.158)
“Adam karısına; “Hanım!” dedi. “Sen kadın
mısın? Yoksa hüzün ve keder kumkuması mı? Ben, yoksullukla övünürüm. Yoksulluk,
benim başımın tâcıdır, onu başıma kakma...”
“Yoksulluk, dervişlerin yoksulluğu senin
anlıyacağın yoksulluk değildir. Bu sebeple yoksulluğa hor bakma.”
“Çünkü yoksulların mülkün, malın ötesinde,
Celâl sâhibi olan Hak’tan, başka türlü, pek büyük mânevî rızıkları vardır.” (S.
160)
“Allah, miski, boş yere güzel kokulu bir hale
getirmedi. O güzel kokuyu, burnu koku alamayan için yaratmadı.”
“Allah yeri, göğü yarattı ve aralarında bir
çok nûr ve nar uyandırdı.”
“Allah, şu yeri, yerdekiler, toprağa mensup
olanlar için; göğü de, göktekilere, göklere mensup olanlar için yaratmıştır.”
“Bu yüzdendir ki, süflî olan aşağılık kişi
ulvîliğin, yüceliğin düşmanı, olur. Her mekânın, her yerin isteklisi,
davranışları ile kendini belli eder.” (S.161)
“Güzel yüzü ile, edası ile erkeği kendine esir
eden kadın, bir de tutar, kulluğa yönelirse, sevgisini açığa vurursa, seven ne
hale gelir?
“Güzelliğinin ihtişamı ile seni heyecana
düşüren, kibirden, yüreğini, tir tir titreten o güzel, senin karşında ağlamaya
başlarsa ne hale girersin?”
“ “İnsanlar için süslenmiştir.” Âyeti
gereğince, Allah’ın süslediği, güzel yarattığı kadından nasıl kaçılır?” (181)
(181) Âl-i İmran Sûresi’nin şu meâlde başlayan
14. âyetine işâret vardır: “Kadınlar, insanlar için süslendi, onlara güzel
gösterildi.”
“Allah, kadını erkek onunla huzura kavuşsun,
rahatlasın, ona eş olsun diye yarattı, Hz. Âdem nasıl olur da Hz. Havva’dan
ayrılabilir?”
“Erkek, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa,
kahramanlıkta Hz. Hamza’yı bile geçse, kendi kadınının esiridir.”
“Mübârek sözleri ile cümle âlemi mest eden Hz.
Muhammed bile, Hz. Âişe’ye “Ey penbe beyaz kadın, ey Humeyra, bana birşeyler
söyle de beni rahatlat.” diye buyururdu.”
“Hz. Peygember (s.a.v.) buyurdu ki: “Kadın,
akıllı kişilere ve gönül ehline fazlasıyla galip olur.
“Cahil kişiler de kadına galip gelirler. Çünkü
onlar, pek sert, pek kaba kişilerdir.”
“Cahil ve kaba erkeklerde, incelik, lûtuf,
sevgi azdır. Çünkü onların yaratılışlarında hayvanlık sıfatı üstündür.”
“Sevgi, incelik, acımak insanlık huyudur,
insanlık vasfıdır. Öfke ve şehvet ise hayvanlık huyudur, hayvanlık sıfatıdır.”
(S.164)
“Şanı ve kudreti pek yüce olan Allah,
gizli bir hazine idi. Güzelliğinden, büyüklüğünden, hadsiz hesapsız
dolgunluğundan ötürü gayb perdesini yırttı. Ve kara topraktan ibâret olan şu
dünyayı sayısız varlıklarla, güzelliklerle, hesapsız nimetlerle doldurdu da
göklerden daha parlak bir hale getirdi.”
“Gerçekten de Allah gizli bir hazine iken
bilinmek istedi. Güzelliklerle dopdolu olduğundan coşup taştı ve toprağı
atlaslar giyinmiş bir sultan gibi süsledi, donattı.” (S.170)
“Ey yeri, yurdu tuzlu su çeşmesinin başı
olan kişi, sen Ceyhun’u, Şatt’ı Fırat’ı ne bilirsin? Ey bu fânî dünyadan ve
onun zevklerinden kurtulamayan zavallı, sen yokluğu mânâ sarhoşluğunu, rûh
neşesini ne bilirsin?” (S.173)
“Hakk’ın has kullarından baş çeker,
uzaklaşırsan , bil ki, onlar senin varlığından bıkmışlardır, usanmışlardır.”
“(188) Zümer Sûresi’nin şu meâldeki 53.
âyetine işâret edilmektedir: “Habibim, de ki: “Ey bir çok günahlar işleyerek
nefislerini harcayan kullarım. Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin, Allah, bütün
günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (S. 176)
“Allah’ın velîleri, aklın da aklıdır.
Bütün akılları ise develer gibi, başlangıcından katarın sonuna kadar hep
onların kontrolü altındadır.”
“Onlara ibret gözü ile bak da anla ki,
yüzbinlerce cana bir velî kılavuzluk etmektedir.”
“Mürşide, yol göstericiye karşı içinde
bir şüphe ve tereddüt uyandı ise, doğru bir yol seçebilmek endişesi ile bu
tereddüt ve şüphe, sana Allah’ın rahmeti, lûtfu ve ihsanıdır.” (S. 177)
“Sâlih’in devesi, sâlih kişilerin, temiz
insanların bedenlerine benzer. Sâlih kişiler kötülerin, azgınların halâki için
birer tuzaktır.”
“Hz.Sâlih’in, “Deveye dokunmayınız, su
içmesine engel olmayınız.” Demesini dinlememeleri, Semud kavmini ne dertlere
uğrattı. Nasıl helâk etti.”
“Hakk’ın kahrının memuru, bir devenin kan
pahası olarak, onlardan bütün bir şehir istedi.”
“Sâlih’in rûhu incitilemez. Allah’ın
nûru, kâfirlere mağlup olmaz.”
“Cenâb-ı Hakk, gizlice insanla, insan
cismiyle ilgilendi, ona yakın oldu ki, kötü kişiler onu incitsinler de, Hakk’ın
imtihanını görsünler.” (191) (S.178)
(191) Bu beyit üzerinde çok düşünmek
gerek. Bazıları bu beyti; “Cenâb-ı Hakk, rûhu gizlice bedenle birleştirmiştir.”
diye tercüme etmişlerdir. Halbuki beytin aslında “rûh” kelimesi yok, “Hakk”
kelimesi var. Bundan sonra gelen beyit, bu beyiti tamamlamaktadır: “İnsanı
inciten kişi, Hakk’ı incitmiş olur.” denmektedir.” (S.178-179)
“İnsanı inciten kişinin, Allah’ı
incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu
ile birleşmiştir.” (S.179)
“O, yani sahte derviş, yemek içmek için
Hakk’a âşıktır. Yoksa rûhu, Allah’ın mânevî güzelliğinin hüsn ü cemâlinin âşıkı
değildir.”
“O kendisini Allah’ın zâtına âşık
vehmetse bile, onun vehmi aslında esmâ ve sıfatın verdiği vehimdir.”
“Vehim vasıflardan, hadlerden doğar;
Allah ise hiç kimseden doğmamış ve doğurmamıştır.” (S.180)
“Mânâ kapısını çalarsan sana açarlar.
Düşünce kanadını çırpar, uçmaya çalışırsan, seni bir doğan haline getirirler.”
(S.183)
“İmanlı bir kişi, bir yerde altın bir put
bulsa, onu puta tapanlar alsın diye bırakır gider mi?”
“Onu alır, ateşe atar eritir, onun eğreti
olan putluk şeklini değiştirir.”
“Böylece de altındaki put şekli kalmaz.
Çünkü şekil, sûret mânâyı arayanlara engel olur ve yollarını vurur.”
“Eğer tamamiyle zorluklara daldınsa,
daralıp kaldınsa sabret. Çünkü sabır, rahatlığın, genişliğin anahtarıdır.”
“Düşüncelerden sakın. İnsanın gönlü
ormana benzer; ormanda arslan gibi de, yaban eşeği gibi de düşünceler bulunur.”
(S.184)
“Fakat baştan aşağa gül gibi ve süsen
çiçeği gibi güzel ve hoş olan kişi için bahar, görür ve gösterir iki gözdür.”
“Mânâsız ve faydasız olan diken, gül
bitirmediğinden, gül bahçesinde yan gelip oturmak için güz mevsimini ister.”
“Güz mevsimini ister ki, o mevsim, gülün
güzelliğini örtsün, gizlesin de kendinin çirkinliğini, ayıbını kimseye
göstermesin; böylece sen ne bu gülün rengini, güzelliğini görürsün, ne de
dikenin çirkinliğini.” (S.186)
“Yol bilen pîrin hallerini yaz. Bir pîr
seç, onu mânâ yolunun tâ kendisi bil.”
“Pîr yaz mevsimi gibidir. Halk ise güz
ayı. Halk gecedir, pîr ise nûrlar saçan ay.”
“Ey Hakk yolunun yolcusu, kendine pîr
seç; çünkü bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük âfetler, korkular,
tehlikeler vardır.”
“Çok defa geçtiğin bu yolda bile
kılavuzsuz gidersen şaşırır kalırsın.”
“Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun?
Aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme.” (S.187)
“Yâ Ali, Allah yolunda yapılan taatlar,
ibâdetler içinden sen, Hakk’ın has kulu, bir kâmilin gölgesinde bulunmayı
seç...”
“Şu dünyada, herkes bir çeşit ibâdete
sarılmış, kendisine bir kurtuluş yolu aramıştır.”
“Sen git de, akıllı ve kâmil bir kişinin
gölgesine sığın da, gizli gizli savaşan, sinsi bir düşman olan nefsin elinden
kurtul.”
“Ey Hakk yolunun yolcusu, pîri bulunca,
aklını başına al da, ona teslim ol; Mûsâ Peygamber gibi, Hızır’ın buyruğu
altına gir.”
“İki yüzlülük etme, Hızır’ın yaptığı
işlere sabret ki, Hızır sana ; “Artık ayrılık zamanı geldi, git.” demesin.”
“Gemiyi delerse, delsin hiçbir söyleme,
çocuğu öldürürse öldürsün sen bu işe üzülme, saçını başını yolma.”
“Allah, onun eline; “Kendi elim.” dedi.
Allah’ın eli, onların ellerinden üstündür hükmünü verdi.” (205)
“ (205) Fetih Sûresi’nin 10. âyetine
işâret var.” (S. 189)
“Bu yolu, mürşidsiz, yalnız aşan da var.
Bu pek azdır. Ama bu da yine pîrin himmeti ile olur.
“Pîrin eli, gâiblere yetişmeyecek kadar
kısa değildir. Elini tutmayanlara da elini uzatır, onun eli Allah’ın kudret eli
sayılır.”
“Elinden tutmayanlara, huzurunda
bulunmayanlara bile, böyle mânâ elbiseleri giydirirse, şüphe yok ki, huzurunda
bulunanlar, bulunmayanlardan karlı çıkarlar.”
“Huzurunda bulunmayanlara bile yiyecekler
verirse, konuklarının önüne ne nimetler koyarlar.”
“Pîri seçince, tahammülsüz olma, balçık
gibi uyuşukluk gösterme.” (S.190)
“Varlıktan kurtulmuş olnlara, gökyüzü de
secde eder. Güneş de, Ay da.”
“Kimin bedenindeki kâfir nefis öldü ise,
güneş de onun buyruğuna girer, bulut da...”
“Gönlünde ilâhî aşk ateşini uyandıran ve
çevresini aydınlatmayı öğrenen kişiyi artık güneş bile yakamaz.” (S.191)
“Rûh, şimdi bedenle yoldaş olmuştur.
Rûhu, beden korumaktadır. Bir zaman için köpek de, kapı eşiğinde bekçilik
etmiştir.”
“Sırların arslanı, emîri olan kişi,
gönülden geçenleri bilir.”
“Ey düşüncelere dalmayı âdet edinen gönül,
kendine gel de, ermiş bir kişinin yanında gönlüne kötü bir düşünce getirme.”
“O senin gönlünden geçenleri bilir, yine de
konuşmasına devam eder. İçinden geçenleri anladığını gizlemek için senin yüzüne
güler.” (S.193)
“Şu halde Allah’a şükürler olsun ki, bizi
bizden önce gelip helâk olanlardan sonra dünyaya getirdi.”
“Getirdi de, Cenâb-ı Hakk’ın, geçmiş
zamanlarda gelip geçenlere ne cezalar verdiğini, duyduk öğrendik.” (S.195)
"O Hakk Peygamberi, o gerçek peygamber,
bu yüzden hadisinde bize; “Ümmet-i merhûme.” (=Allah’ın merhametine, acımasına
lâyık olmuş ümmet) diye buyurdu.”
“Allah’ın zâtından başka her şey fânîdir.
Mademki O’nun zâtında yok olmamışsın , artık varlık arama.”
“Kim bizim zâtımızda, hakîkatimizda yok
olursa, “yok olmak”tan kurtulur, beka bulur.”
“Çünkü o “illâ”dadır. “lâ”dan geçmiştir.
Makamı “illâ”da olanlar ise yok olup gitmez, yâni Hakk’ta fânî olamaz” (S.196)
“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’ndan
isterler. Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar. Cenâb-ı Hakk, her gün, her
an yeni bir iştedir. “Kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür. Bir hali
giderir, başka haller getirir.” Âyetini oku da, Allah’ı kesinlikle işsiz,
güçsüz sanma.”
“Onun en hafif, en küçük işi, her gün bu
dünyaya üç ordu yollamasıdır.”
“Bir orduyu, doğacak çocukların döllenmesi
için babaların bellerinden anaların rahmine gönderir.”
“Bir ordu da, dünya erkek ve dişilerle dolsun
diye, rahimlerden yer yüzüne gönderdiği çocuklar ordusudur.”
“Cenâb-ı Hakk bir orduyu da herkes
yaptıklarının karşılığını görsün diye yer yüzünden, ötelere, ecel tarafına
gönderir.”
“Her peygamberin, her velînin ayrı bir
mesleği, ayrı bir meşrebi vardır. Ayrı bir yolu, yordamı vardır. Fakat hepsi de
kendilerine gönül verenleri Hakk’a götürdükleri için, hepsi de bir yolda, hepsi
de Hakk yolundadır.” (S.198)
“Dinleyicileri uyku bastıracak olursa, söz
değirmenin taşlarını su götürür.”
“Bu suyun akışı, değirmen için değildir.
Çünkü, suyun asıl yolu, değirmenin ötesindedir. Bu su, değirmene sizin için
gitmektedir.”
"Ey birader, sen ancak bir düşünceden ve
fikirden ibaretsin. Üst tarafın kemik ve A’sab sinir ve adalât (kas) ve
elyaftan (insan ve hayvanda adaleleri meydana getiren ince lifler)
ibarettir." Mevlâna
Yorum Gönder Blogger Facebook
DİKKAT!
(:
:((
=D>
:-O
S
Emoticonİfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
Click to see the code!
To insert emoticon you must added at least one space before the code.