Kendimden pay biçiyorum. Küçük yaşlardayken içinde bulunduğum ortamın etkisiyle yabancı kelimelere tam anlamıyla düşman idim. Okulda divan edebiyatının metinlerini gördükçe eseflenir, televizyondaki konuşmacıların kullandığı sözcüklerin nesebine takılırdım. Eskiden yazdığım yazılarda “otobüs, televizyon” gibi sözcükleri ağza almamak gerektiğini gayet katı bir biçimde savunmuşum. Fakat, bu sözcüklerin yerine ne kullanılması gerektiği hususunda öneri getirmemişim. Tıpkı bugünün esnemez Öztürkçeciler gibi. Daha sonra dil hakkında kitaplar okudukça, yabancı dilleri öğrendikçe, kültürün hasiyetlerine aşina oldukça bu aşırılıkçı tutumum yatıştı. Bugün bütün tasfiyecilik akımlarını zararlı bulan bir fikre sahibim ve bundan sonra da ufak kımıldanmalar dışında bambaşka bir görüşe kayacağıma ihtimal vermiyorum.
Dikkat ederseniz yukarıda bütün tasfiyecilik akımları dedim. Bunu biraz açalım. Malum ki, Türkiye’de dil konusu açıldığında birbirinden ak ile kara kadar ayrık iki kutup vardır. Birisi yeni kelimelere düşman, eskiye âşıktır. Mehmet Akif Ersoy, Namık Kemal, Şinasi gibi dönemin ciddi ediplerinin şikâyetlerine rağmen Cumhuriyet öncesi Türkçesinin tüm arızalardan uzak, mükemmel bir dil olduğunu savunurlar. Öteki ulam ise yüzyıllar boyu işlene incele edebîleşmiş koskoca bir imparatorluk dilini yadsıyıp kökten keserler. Böylece, bir anda yepyeni bir dil yaratma sevdasına düşerler. Konuştukları ve yazdıkları Türkçe ekseriyetle tadını tuzunu yitirmiş soğuk bir yemeğe benzer. Bu ulamın mensuplarına “tasfiyeci” der karşı gruptakiler. Amma velakin, ben salt Öztürkçeciler için bu tabirin kullanılmasını yanlış sayıyorum. “Tasfiye” sözcüğünün etimolojik anlamı “arıtma, saflaştırma”dır. Fikrimce, nasıl eski kelimeleri def etmek tasfiyecilikse, yenileri dilden çıkarma çabaları da artık basbayağı tasfiyeciliktir. Madem tasfiyecilik milletin uzun yıllar konuştuğu sözcükleri atarak büyük bir boşluğa, eski lisanı anlayamamaya neden oluyor; öyleyse, onyıllar önce türetilip bugün binyıllık kelimeymiş gibi yadırganmaz konuma gelen sözcükleri atmak da aynı etkiyi yaratacaktır. Örneğin, biz yıllarca “özgürlük” demişiz; kitaplarda, dergilerde, gazetelerde milyonlarca defa kullanmışız; meydanlarda bu kelimelerle bağırmışız. Şimdi kalkıp bu kelimeyi kovmak hangi akla hizmet eder?
Osmanlıcacıların uydurmacılık suçlaması da tam bir kara mizahtır. Misalen “ulus” kelimesi. Ne kullanmalıyız? “Millet”. Lügatlerimize başvuruyoruz. Bakın Kamus-ı Türkî’nin yazarı Şemseddin Sami ne diyor:
“Lisanımızda bu lügat sehven ümmet, ve ümmet lügati millet yerine kullanılıp, mesela ‘milel-i İslamiyye’ ve ‘Türk milleti’ ve bilakis ‘ümmet-i İslamiyye’ diyenler vardır; halbuki doğrusu ‘millet-i İslamiyye’ ve ‘ümem-i İslamiyye’ ve ‘Türk ümmeti’ demektir; zira millet-i İslamiyye bir, ve ümem-i İslamiyye yani din-i İslama tabi insan ise çoktur. Tashihan istimali elzemdir.”
Bir de “Lügat-i Naci”nin müellifi Muallim Naci’ye kulak verelim:
“Bir memlekette doğan yahut tavattun eden ve aynı hükûmetin idaresi tahtında yaşayan efradın heyet-i mecmuası demek olan ‘nation’ mukabilinde istimal etmemek evladır. Ona mukabil ‘kavim, ümmet’ kelimeleri kullanılabilir.”
Sadece bu mu? Osmanlı döneminde de uydurma kelime bol… Şemseddin Sami uydurma “nezaket” sözcüğü için ne demiş:
“Farsça ‘nazik’ sıfatının Arabî zum olunmasıyla masdar-ı Arabî suretinde teşkil olunmuş galat-ı fahiş bir lügattir.”
Daha onlarca örnek verilebilir.
Ey Tasfiyeciler, sizlere sesleniyorum!
Osmanlıcacılar, sürekli kendinizle çelişiyorsunuz. Uydurma diye “anıt” sözcüğünü yeriyorsunuz, ancak ona karşı savunduğunuz “abide” kelimesi de uydurulup 1910 dolayında kullanıma sokulmuştur. Öyleyse, “anıt”ın yanına “abide”yi de mi gömelim? Yahut ikinci eleştirme noktanız da geçmişle ilişkinin kopması. Haklısınız, lakin bunu “cevap”ı yüceltip “yanıt”ı yererek yapamazsınız. Zira, “yanıt” bizim en kadim sözcüklerimizdendir. Hatta, Türkçe için “cevap”tan bile eskidir denilebilir. MÖ 2-3. Yüzyılda yaşamış Mete bizim atamız, 1453’te İstanbul’u fetheden II. Mehmet atamız; ama 11. Yüzyılda yaşamış, üstelik dev bir eser kaleme almış Yusuf Has Hacib atamız değil mi? Bugün unutulmuş “yanmak (dönmek)” fiilinden “gene, yine, yankı, yansımak” gibi kelimelerle eşkökenli olan “yanıt”, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde tam 172 kez geçiyor. Onlardan rastgele birini yazıyorum:
yanut birdi odgurmuş aydı bu söz
ukuşka yakın ol aya könglü tüz
(Odgurmuş yanıt verdi ve dedi ki: Bu söz akla yakındır ey temiz kalpli)
Madem bugün dilin kısırlaştırıldığını savunuyorsunuz, yeni kelimeleri insanların dağarcığından çıkartıp niçin daha da az kelimeli bir dil oluşturmaya çabalıyorsunuz. Bırakın bu çelişkili tutumları. Çoğu doğru olsa da birtakım yanlış türetilişli yeni kelimeler olabilir. Bunlar artık, tıpkı Osmanlı aydınlarının türettikleri gibi, dilimizin parçası olmuş durumdadır. Bunları mazeret göstererek türetim düşmanlığı yapmayalım. “Doğru şekilde türetelim” diyerek çalışmalara katkı sağlayalım, eskiyi de daima muhafaza etmek koşuluyla.
Öztürkçeciler, eğer savınız Türkçe’nin kadim ve büyük bir dil olduğu yönündeyse, geçmişi inkâr edemezsiniz. Binyıldır bu millet İslam ile haşır neşir; dolayısıyla Arapça ve Farsça sözcüklerle kuşaklar boyunca alakadar. Onlardan vazgeçmek demek, bazı tarihçilere göre dünyanın Roma’dan sonra ikinci büyük imparatorluğunun, görkemli, edebî, ananevî, sanatsal mirasını reddetmek demektir. Bunun sonucunda kendimizi 50-100 senelik ülkelerle aynı kategoriye kendi ellerimizle yerleştirmiş oluruz. Böyle, dünyada tek tük ulusa nasip olacak dev bir mirası bunmak, yani beğenmemek, izahı imkânsız, akla şifa bir harekettir kanısındayım. Batı kültürü ümmetinin temel dilleri olan Latince ve Yunancaya göbekten bağlıdır. Bu ana dillerden neşet etmemiş sözcük sayısı gayet azdır. Buna mukabil, Türkçe kendi köklerinden gelmiş onbinlerce kelime barındırmakla bu batılı dillerden ayrılmaktadır. Arapça ve Farsça ise dilimizin zenginliğine zenginlik katan, geçmişle ve öbür Türk lehçeleri ile bağımızı kuran temel unsurlardan biridir. Onlar vazgeçilemezdir. Kendileri dilden çıkma eğiliminde olsa dahi bizim izin vermememiz gerekir. Kaşgarlı Mahmut ile Yunus Emre ile Fuzuli ile Namık Kemal ile Attila İlhan ile bütünleşelim. Tarihimizle bugünümüz yekvücut olsun. Ayrıca, gelişme ve evrim de kazanılmışı muhafaza etmek koşuluyla sürgit devam etsin.
Antrparantez, Atatürk’ün “Dil Devrimi” yolunda ne şekilde tutum değiştirdiğini görmezlikten gelmeyin. Bunun tek tanığı Falih Rıfkı Atay değildir. Atatürk’ün nasıl bir dil arzuladığı ve bu dilin Öztürkçecilerin dili olmadığı aşikârdır. Merak buyuran, Atatürk’ün en son yazılarından biri belki sonuncusu olan vasiyetnamesini bir zahmet okuyup orada öz Türkçesinin de bulunduğu sözcükleri neden kullanmadığını bir düşünsünler.
Ey Türkçeseverler!
Bir dil bir sözlük düşünün ki ikiye ayrılmış ve her bir grup sözlüğün bir yarısına kilit vurulmuş. Kendi konuşurları arasında dahi farklanan dil, nasıl olur da mahdut sözvarlığı ile edebiyata, felsefeye, bilime ve sanata zemin oluşturabilir. Kurtuluş değilse bile, dilimizin inkişafının süratlenmesi için tasfiyecilik boynuzlarını törpülemek, bu sivrilikleri Türkçe’nin yasak konmamış engin denizinin seviyesiyle hemzemin kılmak başkoşuldur. Aksi takdirde, o malum uçlu değnekten daha çok çekeceğimiz var demektir.
Şubat 2012
SÖZLÜKÇÜK
ulam: grup, kategori, makule (TDK Türkçe Sözlük) / ulam ulam: sıra sıra “Ulam ulam olmuş yatar yazılar / Ceylan kovar gök boncuklu tazılar -Karacaoğlan”
sürgit: ilelebet (TDK Türkçe Sözlük)
bunmak: beğenmemek, azımsamak, küçümsemek “buldukça bunar” (TDK Türkçe Sözlük)
Batur ALPTÜRK
Batur ALPTÜRK tarafından 9 Mart 2012 gününde yazıldı.
Bu yazıdaki görüş ve tümceleriñ sorumluluğu, yazarıñ kendisinde olup, burada yér almasıyla Türkçesi Varken Topluluğu'nuñ Türkçecilik açısından çoksesli bir yérlik olması amaçlanmıştır.
baturalpturk@hotmail.com
Kaynak: http://turkcesivarken.com/iki-ucu-malum-degnek/
İlgili Aramalar:
Dikkat ederseniz yukarıda bütün tasfiyecilik akımları dedim. Bunu biraz açalım. Malum ki, Türkiye’de dil konusu açıldığında birbirinden ak ile kara kadar ayrık iki kutup vardır. Birisi yeni kelimelere düşman, eskiye âşıktır. Mehmet Akif Ersoy, Namık Kemal, Şinasi gibi dönemin ciddi ediplerinin şikâyetlerine rağmen Cumhuriyet öncesi Türkçesinin tüm arızalardan uzak, mükemmel bir dil olduğunu savunurlar. Öteki ulam ise yüzyıllar boyu işlene incele edebîleşmiş koskoca bir imparatorluk dilini yadsıyıp kökten keserler. Böylece, bir anda yepyeni bir dil yaratma sevdasına düşerler. Konuştukları ve yazdıkları Türkçe ekseriyetle tadını tuzunu yitirmiş soğuk bir yemeğe benzer. Bu ulamın mensuplarına “tasfiyeci” der karşı gruptakiler. Amma velakin, ben salt Öztürkçeciler için bu tabirin kullanılmasını yanlış sayıyorum. “Tasfiye” sözcüğünün etimolojik anlamı “arıtma, saflaştırma”dır. Fikrimce, nasıl eski kelimeleri def etmek tasfiyecilikse, yenileri dilden çıkarma çabaları da artık basbayağı tasfiyeciliktir. Madem tasfiyecilik milletin uzun yıllar konuştuğu sözcükleri atarak büyük bir boşluğa, eski lisanı anlayamamaya neden oluyor; öyleyse, onyıllar önce türetilip bugün binyıllık kelimeymiş gibi yadırganmaz konuma gelen sözcükleri atmak da aynı etkiyi yaratacaktır. Örneğin, biz yıllarca “özgürlük” demişiz; kitaplarda, dergilerde, gazetelerde milyonlarca defa kullanmışız; meydanlarda bu kelimelerle bağırmışız. Şimdi kalkıp bu kelimeyi kovmak hangi akla hizmet eder?
Osmanlıcacıların uydurmacılık suçlaması da tam bir kara mizahtır. Misalen “ulus” kelimesi. Ne kullanmalıyız? “Millet”. Lügatlerimize başvuruyoruz. Bakın Kamus-ı Türkî’nin yazarı Şemseddin Sami ne diyor:
“Lisanımızda bu lügat sehven ümmet, ve ümmet lügati millet yerine kullanılıp, mesela ‘milel-i İslamiyye’ ve ‘Türk milleti’ ve bilakis ‘ümmet-i İslamiyye’ diyenler vardır; halbuki doğrusu ‘millet-i İslamiyye’ ve ‘ümem-i İslamiyye’ ve ‘Türk ümmeti’ demektir; zira millet-i İslamiyye bir, ve ümem-i İslamiyye yani din-i İslama tabi insan ise çoktur. Tashihan istimali elzemdir.”
Bir de “Lügat-i Naci”nin müellifi Muallim Naci’ye kulak verelim:
“Bir memlekette doğan yahut tavattun eden ve aynı hükûmetin idaresi tahtında yaşayan efradın heyet-i mecmuası demek olan ‘nation’ mukabilinde istimal etmemek evladır. Ona mukabil ‘kavim, ümmet’ kelimeleri kullanılabilir.”
Sadece bu mu? Osmanlı döneminde de uydurma kelime bol… Şemseddin Sami uydurma “nezaket” sözcüğü için ne demiş:
“Farsça ‘nazik’ sıfatının Arabî zum olunmasıyla masdar-ı Arabî suretinde teşkil olunmuş galat-ı fahiş bir lügattir.”
Daha onlarca örnek verilebilir.
Ey Tasfiyeciler, sizlere sesleniyorum!
Osmanlıcacılar, sürekli kendinizle çelişiyorsunuz. Uydurma diye “anıt” sözcüğünü yeriyorsunuz, ancak ona karşı savunduğunuz “abide” kelimesi de uydurulup 1910 dolayında kullanıma sokulmuştur. Öyleyse, “anıt”ın yanına “abide”yi de mi gömelim? Yahut ikinci eleştirme noktanız da geçmişle ilişkinin kopması. Haklısınız, lakin bunu “cevap”ı yüceltip “yanıt”ı yererek yapamazsınız. Zira, “yanıt” bizim en kadim sözcüklerimizdendir. Hatta, Türkçe için “cevap”tan bile eskidir denilebilir. MÖ 2-3. Yüzyılda yaşamış Mete bizim atamız, 1453’te İstanbul’u fetheden II. Mehmet atamız; ama 11. Yüzyılda yaşamış, üstelik dev bir eser kaleme almış Yusuf Has Hacib atamız değil mi? Bugün unutulmuş “yanmak (dönmek)” fiilinden “gene, yine, yankı, yansımak” gibi kelimelerle eşkökenli olan “yanıt”, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde tam 172 kez geçiyor. Onlardan rastgele birini yazıyorum:
yanut birdi odgurmuş aydı bu söz
ukuşka yakın ol aya könglü tüz
(Odgurmuş yanıt verdi ve dedi ki: Bu söz akla yakındır ey temiz kalpli)
Madem bugün dilin kısırlaştırıldığını savunuyorsunuz, yeni kelimeleri insanların dağarcığından çıkartıp niçin daha da az kelimeli bir dil oluşturmaya çabalıyorsunuz. Bırakın bu çelişkili tutumları. Çoğu doğru olsa da birtakım yanlış türetilişli yeni kelimeler olabilir. Bunlar artık, tıpkı Osmanlı aydınlarının türettikleri gibi, dilimizin parçası olmuş durumdadır. Bunları mazeret göstererek türetim düşmanlığı yapmayalım. “Doğru şekilde türetelim” diyerek çalışmalara katkı sağlayalım, eskiyi de daima muhafaza etmek koşuluyla.
Öztürkçeciler, eğer savınız Türkçe’nin kadim ve büyük bir dil olduğu yönündeyse, geçmişi inkâr edemezsiniz. Binyıldır bu millet İslam ile haşır neşir; dolayısıyla Arapça ve Farsça sözcüklerle kuşaklar boyunca alakadar. Onlardan vazgeçmek demek, bazı tarihçilere göre dünyanın Roma’dan sonra ikinci büyük imparatorluğunun, görkemli, edebî, ananevî, sanatsal mirasını reddetmek demektir. Bunun sonucunda kendimizi 50-100 senelik ülkelerle aynı kategoriye kendi ellerimizle yerleştirmiş oluruz. Böyle, dünyada tek tük ulusa nasip olacak dev bir mirası bunmak, yani beğenmemek, izahı imkânsız, akla şifa bir harekettir kanısındayım. Batı kültürü ümmetinin temel dilleri olan Latince ve Yunancaya göbekten bağlıdır. Bu ana dillerden neşet etmemiş sözcük sayısı gayet azdır. Buna mukabil, Türkçe kendi köklerinden gelmiş onbinlerce kelime barındırmakla bu batılı dillerden ayrılmaktadır. Arapça ve Farsça ise dilimizin zenginliğine zenginlik katan, geçmişle ve öbür Türk lehçeleri ile bağımızı kuran temel unsurlardan biridir. Onlar vazgeçilemezdir. Kendileri dilden çıkma eğiliminde olsa dahi bizim izin vermememiz gerekir. Kaşgarlı Mahmut ile Yunus Emre ile Fuzuli ile Namık Kemal ile Attila İlhan ile bütünleşelim. Tarihimizle bugünümüz yekvücut olsun. Ayrıca, gelişme ve evrim de kazanılmışı muhafaza etmek koşuluyla sürgit devam etsin.
Antrparantez, Atatürk’ün “Dil Devrimi” yolunda ne şekilde tutum değiştirdiğini görmezlikten gelmeyin. Bunun tek tanığı Falih Rıfkı Atay değildir. Atatürk’ün nasıl bir dil arzuladığı ve bu dilin Öztürkçecilerin dili olmadığı aşikârdır. Merak buyuran, Atatürk’ün en son yazılarından biri belki sonuncusu olan vasiyetnamesini bir zahmet okuyup orada öz Türkçesinin de bulunduğu sözcükleri neden kullanmadığını bir düşünsünler.
Ey Türkçeseverler!
Bir dil bir sözlük düşünün ki ikiye ayrılmış ve her bir grup sözlüğün bir yarısına kilit vurulmuş. Kendi konuşurları arasında dahi farklanan dil, nasıl olur da mahdut sözvarlığı ile edebiyata, felsefeye, bilime ve sanata zemin oluşturabilir. Kurtuluş değilse bile, dilimizin inkişafının süratlenmesi için tasfiyecilik boynuzlarını törpülemek, bu sivrilikleri Türkçe’nin yasak konmamış engin denizinin seviyesiyle hemzemin kılmak başkoşuldur. Aksi takdirde, o malum uçlu değnekten daha çok çekeceğimiz var demektir.
Şubat 2012
SÖZLÜKÇÜK
ulam: grup, kategori, makule (TDK Türkçe Sözlük) / ulam ulam: sıra sıra “Ulam ulam olmuş yatar yazılar / Ceylan kovar gök boncuklu tazılar -Karacaoğlan”
sürgit: ilelebet (TDK Türkçe Sözlük)
bunmak: beğenmemek, azımsamak, küçümsemek “buldukça bunar” (TDK Türkçe Sözlük)
Batur ALPTÜRK
Batur ALPTÜRK tarafından 9 Mart 2012 gününde yazıldı.
Bu yazıdaki görüş ve tümceleriñ sorumluluğu, yazarıñ kendisinde olup, burada yér almasıyla Türkçesi Varken Topluluğu'nuñ Türkçecilik açısından çoksesli bir yérlik olması amaçlanmıştır.
baturalpturk@hotmail.com
Kaynak: http://turkcesivarken.com/iki-ucu-malum-degnek/
İlgili Aramalar:
Yorum Gönder Blogger Facebook
DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(