1
Öğlen gibi Bled şehrindeydik. Bled gölü ile meşhur şehir bizi hemen kucakladı. Kendimizi öylesine mutlu hissettik ki ikimizin de içi kıpır kıpır oldu. Slav ülkelerine ilerledikçe bu rahatlama ve mutluluk giderek arttı, Makedonya’da tavan yaptı. Şöyle bir gerçek var ki Slav ırkın insanları daha saf, sıcak olabiliyor dolayısıyla insana bu ülkelerde gelen hisler çok başka, en azından biz böyle hissettik. 






Şehrin ortasındaki masalsı göl ve gölün ortasındaki minik adacık, adacığın ortasındaki şahane kilise.. sözler yetersiz görüntü bu sefer daha iyi anlatacak.


Bled’de kampta çadırda kalacaktık ama vaz geçip göl kenarında güzel bir pansiyon bulup yerleştik. Üstümüzü ciddi (!) şekilde hafifleterek , yani mayolarımızı giyerek gölün kenarına indik. Pansiyonumuzdan kamp bölgesine kadar göl kenarından tahtadan harika bir yürüme yolu yapmışlar, onu takip ederek ‘kumsala’ ulaştık. Herkes sere serpe uzanmış güneşleniyor, kitap okuyor, gölde yüzüyordu. Hemen yorgunluğumuz uçup gitti. Yüzmedik ama dizimize kadar ıslandık. Biraz keyif yaptıktan sonra kayık kiralayıp gölün ortasındaki adacığa gitmeye karar verdik. Pansiyonun önünden yarım saat için 15 Euro ya kayığımızı kiraladık. Burak asıldı küreklere. O ne huzur, o ne dinginlik, ses yok, doğa huzurla kuşatıyor.. Birer tane de bira kaptık, değmeyin keyfimize. Yavaş yavaş adaya yanaştık, kayığımızı bağladık. Gençler kıyıdan adaya yüzme yarışları yaparak eğleniyorlardı. Ben yine birkaç fotoğraf çektikten sonra birde adadan ana karaya baktım, doğa ne güzel bir resim yaratmış, hep, he zaman hayran kalıyorum..kayığımız binip adanın etrafını dolaşarak saatimizi doldurduk ve kayığı teslim ettik. Ardından güzel bir yemek yiyerek günü noktaladık.












Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra benim otelden aşırdığım 5-6 ekmek parçası ile göldeki ördekleri besledik. Elimizden yedi keratalar. Muhteşem nilüfer çiçeklerine de göz kırptıktan sonra veda zamanı geldi. İstikamet Hırvatistan – Split şehri .

Yolda ilerlerken mola verdiğimiz bir benzincide ben marketten bir şeyler alıp çıktıktan sonra Burak'ın yanında bir motorlu gördüm,sohbet ediyorlardı,  yabancıya benziyordu, yaklaşıp  ' hello' dememle gülümseyerek 'merhaba ' demesi bir oldu , ben şaşkın vaziyette bakarken Burak tanıştırdı, İsviçre'de yaşayan ve motorlu hayat aşığı Murat abi , motoru ile tek başına yol yapıyordu. Başladık sıcacık sohbete, yıllardır İsviçrede yaşıyor, eski Istanbullu, motoru ile seyahet ediyor,arada İstanbula geliyor. Sohbet öyle tatlı ki bitecek gibi değil ,yollar da bizi bekler..İstanbulda görüşmek üzere ayrıldık.Sevgili Murat abimiz ile hala yazışıyoruz ve onu dört gözle bekliyoruz..:)



O gün mümkün olduğunca yol yapıp, en azından yolu yarılayıp Dubrovnik’e yaklaşmamız gerektiğini düşünüp ona göre yeni planlarımızı ve rotamızı oluşturduk. Çünkü Bled’ten Dubrovnik yolunu aynı gün gerçekleştirmek çok yoracaktı.


Slovenya’dan yine çok rahat bir şekilde Hırvatistan’a girdik. Yol otoban olduğundan rahat ve hızlı ilerliyorduk. Bir ara yağmur bastırdı ve biz ilk benzin istasyonuna sığındık. Birer kahve biraz abur cubur derken güzel güneş yüzünü gösterdi. Bizimle aynı istasyona sığınan motorluların sanırım acelesi vardı, çok bekleyemeden çiseleyen yağmur ile yola koyuldular. Biz biraz daha bekledik. Bir başka aceleci KTM ‘li (bir motor markası) yanaşıp acele ile yağmurluklarını giymeye başladı, ben sohbet başlattım, acele etmemesini önemli olanın sadece kendisi ve sağlığı olduğunu söyledim. Bunu söyledim çünkü kendisi Hvar adasına gidecek feribota yetişmeye çalışıyordu, tatile resmen koşuyordu . ‘ Bunları aklımda tutacağım’ deyip yağmura rağmen gazladı, arkasından gülümseyerek baktık ve bir şey olmaması için dua ettik. 5 dakika sonra yağmur durdu , biz yağmurluklarımız ile yeniden yola çıktık. Gün yavaştan batıyordu, ardımızda güzel bir gün batımı bırakıyorduk. Split şehri de Hırvatista’nın turistik şehirlerinden biridir, deniz kıyısında. Maalesef gezemedik, vaktimiz yoktu ve yorgunduk e tabi birde otel bulmamız gerekiyordu. GPS ten birkaç otel arattık. İlk gittiğimiz otelde oda yoktu ,bize başka bir yer tavsiye etti. Güzel bir otelde dost canlısı resepsiyonist kızlar ile konuşup fiyat aldıktan sonra motoru garaja soktuk. Ardından kızlardan biri uygun fiyatlı odalarda maalesef yer kalmadığını ama bu yanlış bilgilendirmelerinden dolayı özür dileyip, bize pahalı tarafta ama ucuz fiyattan oda vereceklerini söylediler. Sarılıp öpesim geldi . Gerçekten bu gezide o ana kadar Yunanistan’daki dağ kasabasından sonra kaldığımız en şık oda ile karşı karşıyaydık. Mini Bar’a yumulduk, yayıldık, biraz internet biraz kitap ve uyku göz kapaklarımı kapattı.





Sabaha yine güzel bir kahvaltı bizi bekliyordu. Yolumuz Dubrovnik’e doğru. Toparlanıp motoru yükledik ve önce Mostar ardından Dubrovnik yapacak şekilde rotamızı ayarladık. Mostar’ı takip ederek sıcakla da boğuşarak yoldan Bosna Hersek’e saptık. Uzun ince bir yolda keyifle ilerlerken sınıra geldik. Polisler Türk pasaport görüp bizi hemen yolcu ettiler, Bosna Herzigova tabelasının altında hatıra fotoğraf çekip Mostar’a yöneldik. Yolda Müslümanlığın izleri öyle çoktu ki. Müslüman ve Hristiyan köyler mezarlar yan yana ,iç içe. Tabelaları takip ile Mostar’a girdik, önümüzde 60-70 yaşlarında Chooper (motor cinsi) lı karı koca, yanlarında durduk. Yarı Türkçe yarı İngilizce sohbet ettik Mostar köprüsünü sorduk. Bizi takip edin dediler amca ile teyze, öyle tatlılardı ki, kendileri, görünüşleri.. Bir yere kadar bizi götürüp Mostar köprüsünü gösterdiler ve bizi uğurladılar coşku ile. İşte o şirin köprü, o cami, o taş evler karşımızdaydı. Motoru park edip daldık taştan binaların arasına. Gözümüze ilk kestirdiğimiz lokantaya oturduk ,Sempatik Bosnalı garsonumuz şahane İngilizcesi ile bize çok güzel yemekler getirdi. Güzelce doyduktan sonra Köprüyü görmeye gittik. Oldukça kalabalıktı, kulağımıza sürekli Türkçe çalınıyordu, etraf Türk turist kaynıyordu. Birkaç fotoğraftan sonra Türk kahvesi ismi ile sunulan ve reklamı yapılan ama bizim kahvemiz ile alakası olmayan sadece öyle görünen içeceği içemedik bile , o sırada 1-2 genç mayoları ile köprüye çıkmış ,suya atlama numarası yapmak için turistlerden para topluyordu. Ama sanırım ıslanmaya değmeyecek bir miktar topladı iki vaz geçip topladığı paraları geri verdi. Eskiden genç erkekler sevdikleri kızlara aşklarını ispatlamak için köprüden atlarlarmış. Güzel birkaç kare fotoğraf çekmeyi beklerden üzüldüm, birde kötü kahve biraz keyfimi kaçırdı. Tam Mostar’dan ayrılacaktık ki motorlu bir Türk Burak’ın yanına yaklaşıp sohbete başladı , Kosova’da sorun olduğunu oradan geçmememizi tembihledi. 






















Gezimizin başında Kosova’da askeri bir sorun olduğu haberini aldık ve kara kara rotayı nasıl yapalım diye düşünürken böyle bir durum ile karşılaşınca Kosova üzerinden yapacağımız rotayı yeniden gözden geçirmeye karar verdik. Konuştuğumuz bu çift bizim rotamızın tam tersini yapıyordu ve yolda karşılaştıkları askerlerin Kosova’ya girmemelerinin daha iyi olacağını tavsiye ettiğini söyledi bize.





Mostar’dan ayrılıp Dubrovnik yoluna düşme vaktiydi. Hava oldukça sıcak ve nemliydi. GPS e güvenip muhteşem yollardan Dubrovnik’e yol almaya başladık. Köylerin içinden ,daracık yollardan ilerliyorduk, biraz garip gelse de bu yollar, doğru yolda olduğumuza inanmak istiyorduk. Bir köy bakkalında mola verip bir şeyler içtik ve devam ettik. Birkaç polisin olduğu bir bölgeden geçtik, kimse ne baktı ne durun dedi ne de herhangi bir uyarı yaptı. Bir süre daha gittikten sonra sınır kapısına benzeyen bir yere geldik. Dağlar arasında ıssız bir bölge. .Birkaç polis öbekleşmiş sohbet ediyor, aralarından biri bizi görüp, ‘sizde nerden çıktınız yahu’ der gibi bir kol hareketi ile yanımıza geldi. Dubrovnik ‘e gittiğimizi GPS ‘in bizi buraya getirdiğini anlattık, meğer orası Bosna ‘nın Hırvatista’ nın içinde yer alan ufacık toprak parçası ve o ilk gördüğümüz polisler o toprak parçasının sınır giriş kapısı ,şu an karşımızda duran ise sınır çıkış kapısıymış ve bu yol artık Hırvatistan’a giriş için kullanılmıyormuş. Geri dönüp deniz kenarına gitmemizi ve oradan devam etmemiz gerektiğini söyledi. E döndük tabi, ve şahane Dalmaçya sahilinden Dubrovnik’e yol almaya başladık.




Dubrovnik tabelalarını ve GPS ‘i takip ederek şahane Dubrovnik’e giriş yaptık. Kalacağımız otel , kale duvarlarının içinde yer alan eski şehrin göbeğinde bulunuyordu. Dolayısıyla motorumuzu kalenin 3 girişinden biri olan orta girişin hemen dibindeki oto ve motor parka bıraktık. Motoru doğru yere bıraktığımıza emin olmak için Burak motorla kaldı bende aldım elime GPS ‘i ,daldım kalenin içine , eski şehre, oldukça yorgun, üzerimde kilolarca giysi ile otelimizi aramaya başladım. Daracık taş sokaklara dağılmış lokantaların masalarının arasından geçerek takibe başladım, lokantalardan birinde görevli kadın önümü keserek ‘ yemek yemek istermisiniz?’ buyurdu, o yorgunluk halim, üzerimde motor kıyafetlerim ile kadına çemkirdim tabi. Otel denen yer eski daracık taş bina. Orada çalışan aynı zamanda üst katımızda yaşayan yarı Hırvat yarı Makedon komik insan pizzacı kadın, odacı, her şeyci teyze bizi karşıladı. Sıcacık şeker bir kadın. Oteli bulmanın sevinciyle geri dönüp motor başında bekleyen Burak’a haber verip eşyaları yüklenip zor zar o dik merdiven ve daracık taş yollarda ilerlemeye başladık. Otele yaklaşınca orada çalışan genç koşarak bana yardıma geldi ama Burak’taki eşyalar daha ağır olduğundan hemen çocuğu ona yönlendirdim. Bina oldukça yaşlı ve her kokunun katlarda keyifle gezdiği bir taş bina, giriş katında pizzacı da olduğundan pizzalarda kullanılan envai çeşit koku odamızdaydı , eski, yüksek tavanlı odamız gözümüze hoş göründü. 




Hızlıca yerleştik ve attık kendimizi Dubrovnik sokaklarına, sezon olduğundan oldukça kalabalık buna rağmen nefis bir görsellik sundu bize. Hemen söylemeliyim, buraya kesinlikle sezonda gelmek doğru değil. Eylül ekim en güzel zamanıymış ,bunu otelimizdeki şahane teyze de teyit etti ve bizi o kadar sevdi ki ‘artık Dubrovnik te bir eviniz var, mutlaka eylül ekimde gelin ,bekliyorum ‘dedi, biz de Dubrovnik’te evimizin olduğunu öğrenince mest olmuş vaziyette teşekkür ettik, sarıldık, ‘geleceğiz’ dedik..





Kale içinde yer alan eski şehir nereye baksan seni tarihte yolculuğa davet ediyor, ana caddesi en kalabalık ve enteresan yeri, yıllar ,adımlar yerdeki taşları parlatmış. Sağlı sollu taş binalar aynı taş cinsinden dantel örer gibi örülmüş, üst katlar hala ev , giriş katlar , ufak ufak dükkanlar, hiçbir fazlalık , çıkıntılık ,göze kötü gelen bir şey yok. Sokağa taşma asla yok, tüm sunumlar ,dekorlar ve vitrinler o ufacık dükkanlarda olabildiğince yapılmış ve bence herkes mutlu, caddenin bir ucu kiliseler ile sonlanıyor ve kale dışına çıkıldığında deniz sizi karşılıyor, diğer ucu şehre açılan kapı ile son buluyor. Ana caddenin paralelindeki sokaklar da çok güzel, daha sakin, yine şahane şeyler bulacağınız minnacık dükkanlar, güzel yemekler var. İlk günümüzü bu şekilde avare avare gezerek noktaladıktan sonra. Derin yorgunluğumuza yenilerek uykuya dalacakken arada 1 mt genişliğindeki sokağımızın karşı binasının girişindeki disko müziği bizi yatağımızda zıplattı, öyle bir ses ki tüm atraksiyonlar odamızda gerçekleşiyordu, baslar son ses vuruyor, gençler çığlık atıyor dünya odamızda eğleniyor.. Cam kapama işe yaramıyor, saat 02:00 ye dek devam eden bu gümbürtü ile yataklarımızda dönüp duruyor bir yandan sayıp sövüyoruz, ben kulaklarıma tıkaç tıkayarak uykuya geçmeyi başarabiliyorum ve kalacağımız sonraki gecenin bu şekilde geçmemesi için dua ediyorum. 















Sabah kalkıp kalenin dibindeki şahane Adriyatik denizinin sularına kendimizi bırakmaya gidiyoruz. Şezlonga yerleşip keyfe dalıyoruz, plajın bir kısmı ücretli şezlong ve şemsiye ,diğer yarısı halka açık, herkes uyumlu, dünyanın neredeyse her ülkesinden insanlar güneşin, kumun, denizin tadına bakıyor. Güzel bir gün geçiriyoruz, akşam kalenin sahil tarafından oldukça rağbet gören deniz ürünleri restoranında yemek yemeye karar veriyoruz. Servis edilen yemekler eski tip tencereler ile geliyor ve oldukça güzel bir görüntü sergiliyor, yemekler ağzımıza layık oldukça lezzetli geliyor ta ki ben sonraki sabaha uyanıp o kötü gerçek ile karşılaşıncaya kadar…Sabah saat 8 gibi kalkıp hazırlandık, benim midemde hafiften yanmalar başladı. Eşyalarımızı motorumuza yükledik , otoparka para ödemeden yola koyulduk, benim midem , artan bir şiddet ile yanmadan ağrıya dönüştü ve yapılmaması gereken en büyük hatalardan birini yaptığımı fark ederek kahroldum, motorla uzun yol öncesi bilmediğin bir yemeği fazlaca yemek , hele ki bu deniz ürünü ise çok büyük bir hatadır ! İş işten geçmişti, ilk benzinciden soda alıp yol boyu içerek midemi rahatlatmaya çalıştıysam da kökten bir çözüm getiremedim, ara ara azalan ağrılarım ile yol alıyorduk, Montenegro’ ya girdiğimizde kendimi oldukça kötü hissediyordum ama geziyi geriletmemek adına çok şikayet etmemeye uğraşıyordum, yanımızda sadece talcid vardı ki o da bir işe yaramadı, güzel Montenegro sahillerini o mide ağrısı ile zihnimde film şeridi gibi hatırlıyorum. Bir ara oldukça kötü hissettim ve ilk boşlukta Burak’tan motoru durdurup kusmam gerektiğini söyledim, yola devam etmemiz gerekiyordu, bekleyecektim , midem kendi kendini iyileştirmek zorundaydı. Montenegro da denizin böldüğü yolun ufak bir kısmını arabalı vapur ile geçtik ve köy yollarından devam eden yolculuğumuzda yine molaya ihtiyaç duyuyorum ve bir bakkalın önünde durup asfalta yatıyorum, bizi ilgi ile izleyen teyze Hırvatça bir şeyler söylüyor, duyacak, anlayacak ,cevap verecek hatta ondan yana bakacak halim yok. Aradan 3-5 dakika geçiyor teyze elinde bir su bardağı içinde bir sıvı ve 1 lt lik su şişesi ile geliveriyor. Şaşırıyorum, minnet gösterecek bile halim yok ama teyze içmem için zorluyor, en azından bir yudum, bakıyorum bana şekerli su hazırlamış, kısaca serum hazırlamış , Burak’ın da baskısı ile 1 yudum alıyorum, suyu da yüzümü yıkamam için uzatıyor, reddediyorum. Öyle kötü hissediyorum ki kalbi kırılır mı düşünemiyorum bile.. biraz daha soda içiyorum ve geçmemiz gereken daha 3 ülke olduğunu hatırlayarak kalan son gücümü de harcayarak motora atlıyorum. İstikamet Arnavutluk- Kosova-Makedonya…

Kosova’da çıkan ufak çaplı halk-polis sürtüşmeleri yüzünden yolumuzu değiştirip Arnavutluk üzerinden gitmeye karar veriyoruz. Gece Üsküp-Makedonya da konaklayacağız. Pasaportlarımıza doğru düzgün bakmadan Arnavut polisi bizi içeri buyur ediyor, sınır kapısı öylesine görünmez ve ülke değiştirdiğine dair hiçbir tabela, gösterge yok ki Arnavutluk’u algılamamız biraz zaman alıyor. 



Maalesef ülke çok iç açıcı manzaralar sunmuyor bize, köyler oldukça bakımsız, yollar iyi değil. Ama insanları güler yüzlü, sıcak. Midem biraz daha iyi, zavallı , kendi kendine motor tepesinde iyileşmeye başladı. Alpet benzincisinde çok kısa bir mola verip Kosova yollarını arıyoruz, Türk olmamız ve motorlu olmamız bundan sonraki ülkelerde bizi gururlandırıyor. Gülen yüzler, misafirperverlik, alçak gönüllülük, hayranlık, yardımseverlik bizi kucaklıyor. Sınırlardaki polisler, vatandaşlar.. Arnavut olan eniştemin tarifi ile Kosova’ya Türkiye’den bir firmanın yaptırdığı şahane Arnavutluk otobanında yol alıyoruz. Sağlı sollu öylesine güzel bir doğa sarıyor ki bizi, ‘insanın olmadığı yerler hep mi güzel’ demeden edemiyoruz. Rahat ve yormayan bir yol, Kosova sınırına yaklaşıp pasaport ,evrak hazırlığına başlıyoruz. Birden bire gayet iyi Türkçe konuşan Kosova polisi yanımıza yaklaşıyor, başlıyoruz sohbete, yaptırdığımız Avrupa araç sigortamız maalesef sadece Kosova’da geçmediğinden ‘bir zahmet’ 15 eur ‘luk sigortayı yaptırmamızı rica ediyor polisimiz ve bundan dolayı özür diliyor , biraz sohbet biraz yol tarifinden sonra bizi gülerek yolcu ediyor. 





Kosova ‘nın tozlu daracık yollarında ilerlerken Arnavut plaka bir cip önümüze geçip, el kol sallayarak bizi durduruyor, endişe ile acaba ne oldu diyerek sağa çekiyoruz, cip tozu dumana katarak yanımızda duruyor ve bizi şaşırtıyor: Merhaba, Kosova sınırında sizi gördüm, Türkçe konuşuyordunuz Türkiye’densiniz, biz buralıyız, telefonumu vereyim, bir derdiniz ,ihtiyacınız olursa hemen koşarız’ dedi.. Türkçe.. biz 5 saniye olayı algılamakta zorlansak da toparlanıp içten teşekkürlerimizi sunuyoruz, bugün ülkeyi terk edeceğimizi söyleyip ayrılıyoruz ve bir şahane davranış daha diyerek Türk olmanın bu toparlaklarda ne demek olduğunu anlıyoruz. 



Midem iyice toparlanmış vaziyette ilerliyoruz, acıktık ( tabi akşamdan midem bomboş olduğundan yavaştan açlık hissi oluşmaya başladı). İlk benzincide Kafe’yi gözümüze kestiriyoruz. Balkan ülkeleri hamur işlerinde güçlü  olduklarından hemen krep ısmarlıyoruz. Ben midem fesatlığı çekmemek adına ufak porsiyon söylüyorum. Şahane bir şey geliyor ben yarım krep yer yemez mide olanları hatırlıyor ve yeniden alarm vermeye başlıyor. Tuvalete koşup yediklerimi hızlıca çıkartıyorum, soda içiyorum , Burak afiyetle 1,5 porsiyonu mideye indiriyor. Yola düşme vakti, nereden bileceğiz ki bizi seyahatimizin en kabus saatleri bekliyor. Kosova ‘ da gidiş -geliş incecik bir yoldan ilerlemeye çalışıyoruz, hem yol çalışmaları hem işten çıkma saati hem tek şerit olması yolu tıkıyor, insanların 4 yol kavşaklarında birbirine yol vermesi (trafik ışıkları fazla yok) yolu çok yavaşlatıyor durma noktasına getiriyor, yan çantalar ile birlikte genişliğimiz neredeyse araba kadar olduğundan ortadan ilerleyemiyoruz, yol iyi durumda olmadığından sağ taraf mıcır ve toprak , dolayısıyla orayı da kullanamıyoruz. Dur kalk yapmaktan sırtım ve belime ağrı girmeye başlıyor, mutsuzuz, yol uzun ve çok kalabalık.. birden arkamızda bir ses ile irkiliyoruz, kamyonundan beline kadar sarkmış , ağzında diş kalmamış ama gülümseyen kamyoncu kendi dilinde fakat tanıdık el işaretleri ile beklemememizi, ortadan basıp gitmemizi söylüyor, İngilizce ‘ya polis? ’ diyoruz,’ olmaz bir şey gidin ‘buyuruyor. Bu gazla ve bıkkınlıkla, kim tutar bizi.. Burak cesaretleniyor ve başlıyor ortadan gitmeye, karşıdan az araç geliyor ama gelenler de bize yol vermek adına tarlalara, mıcıra giriyorlar. Bunu şaşkınlık, mutluluk ile izliyoruz. Yolumuz birden açılıyor ama yaklaşık 3 saat kısacık yol bize ömür gibi geliyor. Akşam’a doğru Makedonya’ya varıyoruz, yine rahatça sınırdan geçiyoruz ve Üsküp’e yollanıyoruz, tek istediğimiz sıcak duş ve yatak… Üsküp şehrine giriyoruz ancak karanlık ile birlikte yön bulma kabiliyeti de yarıya düşüyor. Yolda durup GPS ‘e oteli girmeyi deniyoruz, birden yanımıza bir araba yanaşıyor. İlginç olan bize bu şekilde yanaşan araçlara karşı korku yerine mutluluk ile yaklaşıyoruz, hislerimiz bizi yanıltmıyor yardıma ihtiyacımız olup olmadığını soran birileri daha . Evet diyoruz, otelimizi tarif ediyoruz, Yunan konsolosluğunun hemen karşısı olduğundan biliyorlar ve onları takip etmemizi söylüyorlar, bizi otelimize bayağı yaklaştırıyorlar, trafik ışıklarında arabadan inip bize son tarifini yapıyor, bu sevimli Üsküplü karı kocaya çok teşekkür ediyor ve o günün motora son binişimizi gerçekleştiriyoruz. Sürünerek motordan iniyoruz, bu gezideki en zor günümüz. Aynı gün 5 ülke birden görüyoruz… Yürüyerek değil sürünerek odaya çıkıyoruz, duş ve biraz yatar vaziyette dinleniyoruz. Acıktık, otel sahibi sıcakkanlı genç bizi hemen yan sokaktaki lokantaya götürüyor. Çok memnun kalacağımızı da garantiliyor. Sakin , şirin bir aile kafe-restoranı. Ben sadece salata söylüyorum zira korkuyorum, yeniden mide sorunları çekmek istemiyorum Burak şnitzel yiyor. Hesabı istiyoruz, Euro olarak ödeyebileceğimizi söylüyor, fiş geldiğinde 60 gibi bir rakam görüyoruz, şaşkınlık ile bu kadarcık yemeğin nasıl 60 Euro tuttuğunu soruyorum, garson çocuk bunun Makedon parası cinsinden olduğunu, hesabın 7 Euro civarında olduğunu söylüyor ))))), 10 Euro bırakıyoruz . Ve koşarak yataklarımıza uykuya geçiyoruz. Deliksiz bir uyku…


Sonraki gün Yunanistan’ da kalmayı planlamıştıkı ancak bundan sonraki yolumuzun otoban olmasından ve ülkemizi özlediğimizden Saroz’daki yazlığa gitmeyi ve orada 2 gün dinlenmeyi karar veriyoruz. Selanik’te sahilde otel rezervasyonumuz var ama umursamıyoruz be basıyoruz gaza ))


Üsküp’te bizim bulunduğumuz bölgede görülecek bir şey yok, yada belki biz artık yorulmuş ve ülkemizi özlemiş durumdayız. Üsküp’ü ardımızda bırakıp güzel bir otobanda sürerek Yunan sınırına uçuyoruz, Makedonya’da otobanda birkaç yerde ödeme yaptıktan sonra (ki çok saçma bölgelerdi, 20 km gidip yeniden aynı yolda olmana rağmen ödeme yapılıyor) otobanda duran 2 polis el işareti ile bizi durduruyor. 5000 km boyunca hiç durdurulmayan bizler biraz şaşkın ama rahat , sağda durup polisi bekliyoruz, Burak aynadan polislerin birbiri ile konuşmalarını izliyor ‘Türk bunlar’ demelerine şahit oluyor. Polis yanımıza gelir gelmez Türkçe ‘ merhaba komşu’ çekiyor , çok az sohbet ederek , yüzünde kocaman bir gülümseme ile yolcu ediyor. Biz sevinçli, biraz yorgun basıyoruz gaza. Yunan sınırından pasaportlara bakılmadan geçiriliyoruz. Ve işte Yunan Otobanı, Atina ardından Selanik tabelalarını takip ederek yol alıyoruz. Öğleden sonra 15 gibi Yunan –Türk sınırı görünüyor, hemen geçiyoruz, sağlı sollu askerlere selam çakıyoruz, hepsine tek tek, ben ağlıyorum, nasılsa kaskın içinden kimse farketmez.. Bu duyguyu burada anlatmam mümkün değil.. garip bir sinir boşalması, rahatlama, özlem, mutluluk hepsi aynı anda gelip bizi çarpıyor. İpsala’dan Erikliye yollanıyoruz, Burak hiç olmadığı kadar hızlı gidiyor, çığlık çığlığayız.. yolun ortasında önümüze 5 ile çıkan kartal arabaya bile kızmıyoruz sadece ..Türkiye’ye gelmişiz )) diyoruz.. ailemiz bizi bir gün sonra bekliyor biz karşılarında beliriveriyoruz, şaşkınlık, mutluluk , karışıyor.. ne başardık, neler başardık, tek başımıza, 6000 km, 10 ülke, iki teker üstünde…



bir sonraki yolculuğumuzda görüşmek üzere...:)

hayvanlara sevgi, doğaya saygı

Kaynak: http://nihalharmanli.blogspot.com/2011/09/1-motor-2-kisi-8-ulke-13-gun-6000-km.html
İlgili Aramalar:

Yorum Gönder Blogger

DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(

 
Top