0
(Başlangıç ve Halep)
 Merhaba...
5 ya da 6 yaşımdaydım herhalde; Ankara'da Bahçelievler Renkli Sinema'da o filmi seyrettiğimde. Ne adını, ne de konusunu hatırlıyorum şimdi. Ama film Afrika'da geçiyordu, birtakım "kötü adamlar" arazi arabaları ile yabani hayvanları kovalayıp -sanırım- kaçak avlanıyorlardı. İyileri de onların peşinde ve yakalamaya çalışıyorlar...Vahşi doğada hızlı takip sahneleri, bir yandan yaban hayvanları, diğer yandan medeniyetin ayak basmadığı ve tüm doğallığını koruyan tabiat... Bir saplantı değil belki ama, seyrine doyamadığım bir hayal dünyası oluşturmuştu bende bu film.

İşte böyle bir anı ile başlar benim Afrika ve arazi arabalarına olan merakım, tutkum. Hayatımda ilk yurtdışı seyahatimi de Kenya'ya yapmışımdır, herkes Amerika'yı ya da Avrupa ülkelerini düşlerken, bir "ilk" için...

Kararımı verdim...Bu yaklaşık 180 günlük maceranın parçası olacaktım...Hem de başrollerde...

Derhal araştırmaya başladım. Bu işi yapmış ve yapmakta olan birçok kişinin hazırladıkları web sayfalarını buldum, günlüklerini okumaya başladım. Bir macera gezisi için gerekli hazırlık çalışmalarını inceledim. Bu konuda yayımlanmış literatürü araştırdım.

Hangi Araçla?
Böyle bir macera gezisinin doğasına ters düşüyor olsa da, 55°C sıcaklıkta, terinizle vücudunuza yapışıp çamurlaşan tozla, sineklerle haşırneşir olmak yerine, klimalı, konforlu ve modern bir arazi aracının keyfini sürmek herkesin hayalidir herhalde. Kendinize araç olarak seçeceğiniz marka ve model konusunda çok fazla alternatifiniz yoktur.

Zaten programımda da yer alan Palmira (Suriye), Petra ve Wadi Rum (Ürdün), Batı Çölü (Mısır), Lalibela (Etiyopya), dağ gorilleri ve Virunga Dağları (Uganda-Ruanda), Serengeti (Tanzanya), Zanzibar Adası, Kruger Milli Parkı ve Agulhas Burnu/Afrika'nın Dibi (Güney Afrika Cumhuriyeti) seyahatimin en can alıcı ve etkileyici duraklarıydı.

Macera seyahati yapanlar genel olarak iki gruba ayrılır: Toyotacılar ve Land Roverciler. Bunların dışında bir üçüncü grup kamyonculardır: Unimog, Bedford, Pinzgauer, Iveco tercih edilen markalardan bazılarıdır. Bu konuda bütün alternatifleri değerlendirdim, uzman olduğuna inandığım insanlara danıştım. Ve nihai kararım Land Rover Defender 110 yönünde oldu. İyi bir ikinci el arayışlarım sonuçsuz kalınca Otokar'la özel bir araç konusunda görüşmelerim başladı. Land Roverim, yaklaşık 30,000km zorlu bir yolculuğu, farklı yol ve doğa koşullarında tek kişilik ekibini fazla sıkıntıya sokmadan ve olabildiğince az sorunla atlatabilmek amacıyla özel olarak tasarlandı.



Teknik detayları ve değişiklikleri uzun uzun anlatmama gerek yok. Ama Land Roverim'e, içinde "yaşanacak" bir mekan haline getirilmesi için de bazı ilaveler gerekiyordu. Peki neydi bu "yaşamsal" ilaveler:

- Yol boyunca, yerleşim yerlerinden uzakta, özellikle çöl bölgelerinde yapılacak seyir ve konaklamalarda ihtiyaç duyulacak su için gereken toplam 94 litre kapasiteli 2 adet su deposu ile, bu suyu pompalamak ve içme suyu kıvamında temizleyecek olan arıtma sistemi için yeterli basıncı sağlamak için bir hidrofor,

- 6 aylık tek başına yapılacak bir seyahati az da olsa katlanılabilir kılmak için, sarsıntılı ve tozlu, aynı zamanda gürültülü yol koşullarında dinlenebilecek nitelikte bir müzik sistemi,

- Yol boyunca ihtiyaç duyacağım içecek ve yiyecekleri soğuk, "buz gibi" saklamak için bir buzdolabı,

- Bilgisayarım ve bazı elektrikli el aletlerinin enerji gereksinimi için 12V DC enerjiyi 220V AC enerjiye çeviren bir invertör,

- Arkadaki "yaşam mekanı"na bir aydınlatma lambası,

- İlave tüm elektrikli aygıtlar için, starter aküden bağımsız ilave bir "hizmet" aküsü ve her iki aküyü birbirinden bağımsız olarak şarj etmek için izolasyon diyotu,

- Konumumu ve yolumu, uydu sinyallerini kullanarak bulmam için bir GPS cihazı ve buna ait harici anten,

- Neredeyse tüm seyahatim boyunca kullanabileceğim ve internet bağlantımı sağlayacağım bir uydu telefonu,

- Yaşam bölümünü, dışarıdan güvenlik anlamında izole edecek, gerektiğinde şöför mahalline geçişi sağlayacak kilitli bir kapısı da olan kafesli çelik bölme,

- Uzun yolculukların ardından altında dinlenmek ve güneşten korunmak için kullanacağım, portbagajın yanına monte edilen, 1.65 metre uzunluğunda ve 2.50 metre açılabilen bir tente,

- Ve son olarak, insansız bölgelerde, arabanın içinde rahat bir uyku uyuyabilmek için tasarlanmış, gerektiğinde açılarak altındaki "kargo bölümüne" ulaşılmasını sağlayan yatak.



Rota
Afrika'yı baştan-başa geçmeyi aklına koymuş olanların genelde takip ettikleri iki ana rota vardır. Bunlardan birisi Afrika'nın batısı, diğeri ise doğusu boyunca kuzeyden-güneye ya da güneyden-kuzeye yapılır. Batıdan "inenler" genellikle Cebelitarık Boğazı'ndan geçerek Fas'tan Afrika'ya giriş yaparlar. Doğudan "inenler" ise ya Türkiye yoluyla Ortadoğu'yu (Suriye ve Ürdün) aşarak Akabe Körfezi üzerinden -feribotla- Sina Yarımadası'na, ya da Avrupa'nın güneyinden bindikleri bir feribotla Tunus'a, "çıkartma" yaparak kıtaya vasıl olurlar. "İnişler" çoğunlukla yaşlı kıtanın en güneyinde, Cape Town'da (Güney Afrika Cumhuriyeti) son bulur. Burada araç genellikle bir gemiye yerleştirilip evine gönderilirken, yolcuları da uçakla onu karşılamak üzere ülkelerine dönerler. Güzergahın tam tersini yapanlar, yani, güneyden-kuzeye "çıkanlar" da vardır. Ama izlenen güzergah genel olarak aynıdır.

Başlangıçta yukarıdakilerden farklı bir rota çizmiş olsam da hazırlık sırasında rotamı sürekli gözden geçirmek zorunda kaldım. Önce Sudan'ın batısındaki Darfur bölgesinde yaşanan gerginlik ve peşinden Çad-Sudan sınırının kapanması, ardından Fas'la Cezayir arasındaki kara sınırının uzun bir süredir kapalı olduğunu -şaşırarak- öğrenmem sonucu "herkesten farklı olmak" sevdasından vazgeçtim.

Sonuçta rotamın ana hatları belirlendi. Haritada da görüldüğü gibi İstanbul'dan başlayacak yolculuğumda Suriye ve Ürdün üzerinden Ortadoğu'yu, Ürdün'ün Akabe şehri ile Mısır'ın Sina (Sinai) yarımadasındaki liman kenti olan Nuveyba arasındaki deniz ulaşımını sağlayan feribotla da Akabe Körfezi'ni geçtikten sonra Afrika kıtasına tekerlek basacağım. Afrika'da Mısır'la başlayan yolculuk Sudan'a yine feribotla, ama bu sefer bir baraj gölü olan Nasır Gölü üzerinden gecerek devam edecek.

Haritada mavi renkli çizgi benim yola çıkarken planladığım rotayı, kırmızı çizgi ise gerçekleştirilen yolu gösteriyor. Geçilen güzergah boyunca alınan güncel bilgiler, birinci ağızdan edinilen tavsiyeler, ziyaret edilecek ülkelerdeki siyasi ve sosyal beklenmedik hareketlenmeler, lojistik, idari ve benzeri bazı zorluklar nedeniyle öngörülenden farklı rotalara sapmak gerekti.

Rakamlar
Seyahatimin konfor derecesi çoklukla -benim kriterlerime göre- vasat seviyedeydi. Kimi zaman (nadiren) lüks sayılabilecek otellerde kaldım. Arabada ya da uyku tulumuyla dışarıda yattığım gecelerin dışında, yalnızca üç duvarı olan "otel"lerde ya da sazdan kulübelerde de konakladım. Genellikle, Lonely Planet ya da Bradt rehber kitaplarında "budget" olarak belirtilen, sırt çantalı turistlerin rağbet ettikleri ve keseyi yormayan otellerin tek kişilik ve -varsa- banyo ve tuvaleti içinde olan odalarını tercih ettim. Bu standartlar kimine göre "sefalet"ken, bazı karşılaştığım gezginlere göre "lüks" idi.

Bu anlattıklarımı göz önüne alarak, seyahatin "rakamsal" portresini de şu şekilde derleyeyim dedim:

- İstanbul'da evimden ayrılıp tekrar evime -uçakla- dönmem 186 gün sürdü.

- Bu 186 günün, bir kere planlı (15 gün), ikincisinde zorunlu (yine 15 gün) Türkiye'ye gelişler dışındaki 156 gününü Afrika'da geçirdim.

- 156 günde -Türkiye hariç- 13 ülke gördüm.

- Toplam 14 kez sınır geçtim. 1 kez sınır "geçemedim". 1 kez sınır dışı edildim; hem de giremediğim ülkeden.

- Evin park yerinden, Cape Town'da (Güney Afrika) gemiye yüklenmek üzere arabayı konteynere yerleştirene kadar toplam 29,580km yol kat ettim.

- Dolayısıyla, Afrika'da fiilen bulunduğum süreyi göz önüne alırsak, günde ortalama 190km yol yaptım.

- Planlama aşamasında günlük ortalama US$50'lık bir harcama öngörmüştüm. Bu miktar evden çıktıktan itibaren, Cape Town'da uçağa binene kadar geçen sürede yapılacak tüm konaklama, yemek, ulaşım, araç bakımı ve benzeri harcamaları kapsıyor, arada ve sonunda Türkiye'ye geliş-gidiş için gereken uçak biletlerini içermiyordu. Seyahatin başından itibaren bu hedefi tutturmamın pek mümkün olmadığı ortaya çıktı ve US$75'lık daha gerçekçi seviyeye çektim. Yine de bunda bile zorlandım.

- Tüm seyahat boyunca toplam US$ 12.320 harcadım. Bu miktarı, Afrika'da fiilen geçirdiğim 156 güne bölünce günlük ortalama US$79 bir harcama düşüyor ki, revize edilmiş hedef göz önüne alındığında pek fena sayılmaz.

- 29,580km yolu kat etmek için toplam 3,224lt yakıt almışım. Bu da 100 kilometrede 10.89lt motorin tüketimine karşılık geliyor ki, yol koşulları ve aracın yükü düşünüldüğünde bu da fazla sayılmaz.

- 3,224lt motorin için toplam yaklaşık US$2,258 ödemişim. Bu da litre başına ortalama 70 Cent'lik bir maliyet demektir ki, Türkiye'de motorinin litresi US$1.42'den (Mayıs 2006 fiyatlarıyla) satıldığı düşünülürse, oldukça ucuza seyahat ettiğim söylenebilir.

Son olarak; bu sayfalarda yazılanlar tümüyle benim gezi hazırlığım sırasında çeşitli kaynaklardan (dergi, ansiklopedi ve internet) ve yanımda taşıdığım rehber kitaplardan (Lonely Planet ya da Bradt's) derlediğim bilgiler ile, bazı yerlerde görevli rehberlerden öğrendiklerim sonucu hazırlanmıştır. Doğruluğu ancak, bu kaynakların doğruluğu ile sınırlı olduğu gibi, bu kaynaklardan aktarma sırasında çeşitli hatalar yapılmış ya da bundan sonra da yapılacak olabilir. Ben sonuçta, mütevazı ve kendi halinde bir "seyyah"ım. Ve maalesef tarih ve arkeoloji o kadar da ilgi alanıma girmez. Dolayısıyla, yapılan bu çalışmanın bilimsel bir araştırma olmadığını ve sadece amatörce bir zevk için yapılmakta olduğunu unutmamanızı rica ederim.
Hazırsanız uzun yolculuğumun ilk ülkesi olan Suriye'den başlayalım isterseniz....



Suriye'ye giriş

Evet! Kıvrıla kıvrıla kayalıkların arasından yükselen yolun sonunda açıkçası Türk Gümrüğü'nden de köhne bir yapılaşma bekliyordum. Doğrusu bizim tarafta durum pek iç açıcı değildi. Hiç de beklediğim gibi olmadı. Dışarıdan görünüşü ile gayet gösterişli ve dev bir free-shop binası ve oldukça mazbut sayılabilecek gümrük ve polis binaları... Gümrüğe yaklaşırken güler yüzlü -sanırım- gümrük muhafaza memuru, nazik bir reveransla dezenfekte havuzu istikametini gösterdi. Sonradan öğrendiğime göre, son günlerde duyulan kuş gribi salgını haberlerinden sonra başlatılmış bu uygulama. Dezenfekte havuzundan, arabanın etekleri de basınçlı suyla yıkanarak geçtikten sonra ilk gümrük işlemlerimi yaptıracağım binanın önüne park ettim. Bizdeki kadar olmasa da, burada da "muameleciler" hemen duruma el koyuyorlar. Nazikçe reddetmekle başlayayım, dedim. Hemen uzaklaşıyorlar. Hayret! Pasaport işlemlerim bittikten sonra, triptik işleri için ilgili ofise yürürken önünden geçtiğim Turizm Danışma Bürosu'ndaki görevli, düzgün bir İngilizce ile yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. "Sanırım kendim halledebilirim. Hem işlemleri de öğrenmiş olurum" deyip başımdan savmaya çalıştıysam da, saatin geç olmaya başladığını ve iftara kadar işlemlerimi bitiremezsem sorun yaşayabileceğimi söyledi. Biliyorum, bunların hepsi aslında benim aklımı çelmek için söylenen masum yalanlardı ama, bu sefer kanmaya karar verdim. Birkaç Dolar'a yorulmayacaktım, en azından. Her neyse. Yaklaşık 15 dakikada işlemlerim tamamlandı. Bana gümrük işlemlerinin maliyeti olan US$285 karşılığı verdiğim US$300 ile arasındaki fark kadar bir "bahşiş"e mal oldu. Ama o sayede arabanın içine bakmadılar bile, en son çıkışta da pasaportuma daha önce vurdukları damgada yanlış yazılmış plakamı çarçabuk düzeltiverdiler. Bence US$15'lık bahşiş karşılığında hiç de fena sayılmayacak bir hizmet aldım.

Suriye'ye eğer dizel bir araçla giriş yapıyorsanız, kalacağınız sürenin her bir haftası için US$100'lık bir vergi ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu, hükümetin motorine uygulamakta olduğu sübvansiyonu, ülkede motorin satın alacak yabancılarla paylaşmak amacıyla getirilmiş bir uygulama. Aracınız benzinliyse, böyle bir vergi alınmıyor. 3. şahıs mali mesuliyet sigortası ve diğer harçlarla birlikte 2 haftalık bir Suriye seyahati için ülkeye girişin maliyeti US$285 yani.

Tüm işlemlerim Türkiye saati ile 17:00, Suriye saati ile de 16:00'da tamamlandı. Turizm görevlisi de iftara, Halep'teki evine gideceği için onu da yanıma aldım, yolda muhabbet ede ede Halep'e gittik. Bu arada, benim gibi baştan başa Afrika seyahati yapmak için bu kapıdan geçen birçok araç gördüğünü, çoğu İngiliz olmak üzere tamamının Avrupalı olduğunu, bir Türk'e ise ilk kez rastladığını söyledi. Gurur mu duysam, tedirgin mi olsam, karar veremedim.

Yolda, bana gençken Halep'te yaşayan bir Türk kızına (annesi Türk, babası Suriyeli) nasıl aşık olduğunu, 9 ay büyük bir aşkla nasıl fört ettiklerini, ama babası onaylamadığı için evlilik planlarının nasıl suya düştüğünü, şu anda evli ve üç çocuk babası olmasına rağmen (bu arada, en büyüğü 19 yaşında) ilk göz ağrısı Türk kızını, Meral'i, hala unutamadığını anlattı, ben de keyifle dinledim. Bana, kalacağım yer olan Hotel Baron'a kadar eşlik etti, arabama park edecek yer bulmama yardımcı oldu ve ayrıldık. Bu keyifli yolculukta Suriye'nin gizli trafik kuralları ve çılgın sürücüleri bile tadımı bozmadı. Bu arada söylemek isterim; sınır ile Halep arası 55km ve normal trafik koşullarında yaklaşık 45 dakikada katedilebiliyor. Biz de iftar vaktinden çok önce Halep'e vardığımız için, normal sürede tamamladık.


Halep

Halep, Suriye'nin ikinci büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 4 milyon. Geniş bir düzlüğe yayılmış şehir esas olarak iki bölümden oluşuyor: Eski ve Yeni Halep. Dünyanın en eski "sürekli yerleşim" gören şehri. Yaklaşık 8,000 yıldır sürekli yaşamış bir şehir. 10. yüzyılda geçirdiği üç büyük deprem gibi 1822 yılında geçirdiği ve kalesi de dahil pekçok yapının yerle bir olduğu ya da ağır hasarlandığı depremde, o günkü nüfusunun yaklaşık %60'ını kaybetmiş. Uzun yıllar, ticaret yollarının kesiştiği noktadaki konumu nedeniyle sürekli canlı bir yaşama evsahipliği yapan Halep, tarihi dokusunun çeşitliliği ile yabancı turistlerin yoğun ilgi gösterdiği ender Ortadoğu şehirlerinden birisi. Eski ve Yeni Halep birbirinden, şimdi artık çoğu kısmı yerinde olmayan, olan kısımları da bina keşmekeşi arasında kaybolup gitmiş bir surla ayrılıyor. Bu surlar arasında zamanında Eski Halep'e girmek için kullanılan sekiz kapı mevcut. Kapıların da çoğu yıkıldığı gibi, ayakta duranların da bazılarını bulmanız pek mümkün olamıyor.

Halep'teki ilk gecem, Hotel Baron'a yerleşmem ardından klasik şehir lokantalarından birinde yemek yemekle başladı. İftardan çok sonra yemeğe gitmeme rağmen, yemek servisi yapıyorlardı ve -pek mükellef olmamakla birlikte- kendime keyifli bir sofra hazırlattım. Pek ummuyordum ama, içki servisi bile yapıyorlar. Al-Andalip Restoran'daki bu yemeğin bana maliyeti yalnızca SP (Suriye Poundu) 250 idi. Yani US$5'dan daha az.




Hotel Baron kalmayı daha öncesinden planlamıştım ama, doğrusu -kitapların uyarılarına rağmen- rezervasyon gereği duymamıştım. Yer bulamazsam, başka otelde kalırım, diye düşünüyordum. Tesadüf, son kalan odayı da ben tuttum. Hem de istediğim gibi, arka cephede (Suriye'de, işlek bir caddedeki bir otelin ön cephesinde oda tutmak için ya zaten uyuyamama hastalığı ya da, tam tersine, uyku hastalığına tutulmuş olmanız gerekir)...

Size biraz Hotel Baron'dan bahsetmek istiyorum. Hotel Baron Ortadoğu'nun hala yaşayan -belki de- en eski oteli. Kuruluş tarihi 1911 ve o zamandan beri hiç bir yenileme geçirmemiş, bazı eşyaları ve bazı banyoları dışında... Kurucusu, Arapgir'li bir Ermeni olan Krikor Baron Mazlumyan. Krikor Bey, 19. yüzyılın sonlarında, bir Osmanlı paşasının tavsiyesi ile Anadolu'yu terk edip, o zamanlar yine Osmanlı sınırları içerisinde yer alan Beyrut'a, daha sonra Kudüs'e göçmüş. Sonunda da Halep'te karar kılmış ve buraya yerleşmiş. Önce Ararat isimli bir otel açmış, Avrupalı turistlere hizmet etmek üzere... Daha sonra da oğulları, onun adına Baron's Hotel'i kurmuşlar, babalarının adına ithafen... Baron's Hotel, özellikle Berlin-Bağdat demiryolu ve Orient Express'in de hizmete girmesiyle bir anda batılılar arasında çok popüler olmuş. Bulunduğu mekan itibariyle Halep'in o zamanki varoşlarında yer aldığından, müşterilere gece dışarı çıkmamaları tembihlenirmiş. Kimler kalmamış ki Baron's Hotel'de: Thomas Edward Lawrence (namı diğer Arap Lawrence), Agatha Christie, bay ve bayan Roosevelt, David Rockfeller, Irak Kralı 1. Faysal, Charles Lindberg, Baron Max Von Oppenheimer, General Leeman Von Saunders ve diğerleri. Tüm bu ziyaretçilerin notlarının yer aldığı "ziyaretçi defteri"nin ise bir süredir kayıp olduğu söyleniyor. Agatha Christie, meşhur romanı "Şark Ekspresinde Cinayet'in ilk bölümünü bu otelde bitirmiş. Otelin en önemli ziyaretçilerinden birisi de Mustafa Kemal. Ne zaman ve ne süreyle kaldığı bilinmiyorsa da, şimdiki otel müdiresi Madam Lucine 201 numaralı odada misafir edildiğini söylüyor. Madam Lucine de, 1915 Ermeni tehcirinden sonra Anadolu'yu terketmek zorunda kalan Ermeni bir ailenin kızı. Keyifli sohbetlerimiz oldu, arada bir.

Halep'teki ilk sabahımda, kahvaltıdan sonra eski dostum Ahmed Hamdi'yi bulmak için resepsiyondan telefonunu aramalarını istedim. Bendeki kartında 6 rakamlı olan telefon numarasının başına yeni bir numara eklenmiş olması gerektiğini, ama belki de numaranın tümüyle değişmiş olabileceğini söylediler. Kendilerince çeşitli kombinasyonlar denediler ama, olmadı. Telefon numaraları altı sene önce 7 rakamlı olmuş (Ahmet Hamdi'nin bendeki kartı kaç senelikti ki acaba?). O operasyondan sonra bazı numaraların başına, bazılarının da aralarına bir yere birer rakam eklemişler. Aralarına niye ekliyorlarsa... Ve de, yeni numarayı bilmiyorsanız, deneme-yanılma yöntemi ile de bulamıyorsanız, şansınız yokmuş. Peki "Bilinmeyen Numaralar Servisi"? Ahmed Hamdi adı o kadar yaygınmış ki, o isimle soruşturmak mümkün olmazmış. Adres olursa belki, dediler. Kartta da posta kutusu adresi var yalnızca. Postahane de, posta kutusu adresinden kişinin adresini vermezmiş, gizlilik gerekçesi ile... Şansımı bir kez de Turizm Enformasyon Bürosunda deneyeyim dedim. Orada da sonuç aynıydı. Bizlere ne kadar garip geliyor, değil mi?




Büyük bir gafletle, kulak tıkaçlarımı takmadan, Halep'te yürüyerek kısa bir şehir turu ve ardından Halep'in meşhur Kapalı Çarşısı (suk/souq) ile Eski Halep'in dar sokaklarında geziye çıktım. Her zaman söylerim; bir toplumun kültür düzeyi, o toplumda araç kornalarının kullanılma miktarıyla ters orantılıdır. Türkiye'de de doğuya doğru gittikçe korna sesleri artar. Buralarda korna çalınmadığı tek bir an olmuyor. Her araç her zaman korna çalıyor, bir kural olarak herhalde. Amacın ne olduğu meçhul. Bir bakıyorsunuz; yol bomboş ve tek başına bir araç gidiyor, yolda yaya falan da yok ama, yine de şöför birkaç kez kornaya basıyor. Herhalde, kornaya basmadan, araba kullanmanın zevkine varamıyorlar. Velhasıl, büyük bir gürültü ile sersemlemiş olarak akşam üstü otele dönüyorsunuz.

Son Suriye seyahatimde dikkatimi çekmemişti ama, bu sefer gerçekten hayretle farkettim ki, Hafız el-Esad'ın ölümü ve yerine oğlu Başar'ın geçmesiyle birlikte insanların yüzünde eskiden farkedilen "korkuyla yaşamak" ifadesi silinmiş. Bu değişimi bir de, artık çoğunluğu yerlerindn indirilmiş Hafız el-Esad resimlerinin yokluğundan da anlayabiliyorsunuz. Yerlerini ise tek-tük Başarınki dolduruyor. Eskiden nereye girerseniz girin, en az birkaç tane Hafız el-Esad posteri mutlaka olurdu. Her sokakta, caddede dev Hafız el-Esad resimli bez afişler, panolar... Kafanızı nereye çevirseniz, onlarca Hafız el-Esad'la karşılaşırdınız. Şimdi bunların büyük bir kısmı kalkmış. Ülkenin önceki halini bilmeyenlere şu andaki durum da belki abartılı gelebilir ama, bilenler için gerçekten çok şaşırtıcı bir değişim. Sonuçta, daha yumuşak ve -sanırım- hoşgörülü bir yönetimin göstergesi...



Halepin kapalı çarşısı (Suk), belki İstanbul'daki kadar büyük değildir ama, kalabalığı bizim Mahmutpaşa'ya rahmet okutturacak cinstendir. Sebebi de, -İstanbul'un Kapalı Çarşı'sından farklı olarak- esasen turistik amaçlı değil, halkın ihtiyaç duyacağı hertürlü malı bulabileceği bir çarşı niteliğinde olmasıdır. Birbirine paralel ve birbirini kesen birçok sokaktan (ki bunların herbiri ayrı adla anılan Suklar'dır, Suk at-Tabuş, Suk al-Attarin, Suq as-Sabun, Suk al-Farayn gibi) oluşur. Orası turistler için İstanbul'un Kapalı Çarşısı gibiyse de, Halepli için İstanbul'un bir Mahmutpaşa'sı, bir Mısır Çarşısı, Bir Beyoğlu'su, bir Sirkeci'sidir aslında. Kasabından gelinlikçisine, kuyumcusundan manifaturasına, halıcısından oyuncakçısına, turşucusundan saatçisine, nalburundan sakatatçısına, lostrasından deri işlemecisine kadar yok yoktur bu çarşıda. Herbir iştigal konusu da çarşının belirli bölümlerinde kümelenmişlerdir. Örneğin Suk al-Attarine'in güneyi daha çok kumaş, giysi ve ayakkabı satıcılarının kümelendiği bölge iken, Suk at-Tabush'un güney kısmı manifaturaların mekanıdır.



Çarşının tarihi 13. yüzyıla dayanıyorsa da, bugünkü mevcut büyüklüğüne erişmesi Osmanlılar zamanında ve çoklukla 16 ila 19. yüzyıllar arasında gerçekleşmiş. Çarşıyı tam anlamıyla gezmek biraz güç. Esasen -bence- gereksiz de... Ana yolların bir kaçını görmek, çarşının bütünü hakkında yeterince fikir veriyor insana. Ama bu bile en az yarım gün demek. Hele ara sokaklar (sokak demek biraz güç olsa da) var ki, klastrofobi sıkıntısı olan kişilere göre hiç değil.

Şaria Bab Qinnesrin, eski şehri çevreleyen surun güney kanadındaki Bab al-Qinnesrin'den (Qinnesrin Kapısı) başlayıp Suk an-Nahaseen'e kadar uzanan ve şu anda Alman destekli bir rehabilitasyon projesi kapsamında orijinal haline sadık kalınarak düzenlenen bir sokak. Bab al-Qinnesrin ise, surun ayakta kalan ender kapılarından birisi ve -bence- en görkemlisi. Her nekadar güney cephede yer alıyorsa da, kapı ağızı batıya doğru bakıyor olduğundan, Akdeniz'den gelen temiz havayı solumasını sağlamış, eski şehrin. Taş binaların yüksek duvarları arasından kıvrıla kıvrıla ilerliyorsunuz, yine taş zemin üzerinde. İlginç bulduğum sabun fabrikaları, mevsim uygun olmadığı için çalışmadıklarından kapalılar. Sabun fabrikaları çalışmaya, zeytin hasadı arkasından zeytinyağının elde edilmesi ile başlarmış. Saf zeytinyağından elde edilen ve hızlı kurutmak için herhangi bir katkı eklenmeyen sabunların kuruması için üzerinden bir yaz geçmesi gerekirmiş. Artık hiçbir üreticinin bu kadar beklemeye tahammülü kalmadığından, sabun fabrikaları da giderek azalmış. Şu anda saf zeytinyağından sabun ürettiğini iddia eden yalnızca 7 fabrika kalmış. Ancak bunlardan sadece ikisinin gerçek saf zeytinyağı ile üretim yapıyor olduğunu söylediler.




Bab Qinnesrin sokağının bir diğer ilginç mekanı ise Bimaristan Argun. Bimaristan, Memlûklular zamanında, 1354 yılında tamamlanmış bir akıl hastanesi. Hastaneyi yapan kişi olan Argun'un ismiyle anılıyor. Bimaristan, Farsça'da "sağlık yeri/mekanı" anlamına geliyor. Hastaları sağlığına kavuşturmak için 4 aşamalı bir tedavi yöntemi uygulanıyormuş. İlk aşama bölümünde küçük hücrelerle çevrili, ortasında fıskiyeli, mavi renkte, küçük bir havuzun bulunduğu, tepesinde güneş ışığının girebileceği yuvarlak bir delik bulunan bir avlu var. İleri derecede saldırgan hastalar, avluya bakan demir kafesli pencerelerinden "mavi renk", "su sesi", "güneş ışığı" ve havuz başında oturan çalgıcıların seslendirdiği "müzik" eşliğinde yaklaşık 6-7 aylık bir terapiden geçirildikten sonra daha sakinleşmiş olarak bir üst gruba katılıyorlarmış. Her bir üst grupta hücreler, avlu ve havuz biraz daha genişliyor, hücre girişleri artık avlu tarafından veriliyor. Son aşamada ise artık hastalar avluya da çıkabiliyor ve hatta mutfak, temizlik gibi bazı görevler de verilip gerçek hayata uyum sağlamalarına yardımcı olunuyormuş. Burada bana bir arkeoloji master öğrencisi olan Murhaf gönüllü mihmandarlık yaptı.




Al-Jideyda
Seyahatlerimde, artık yaşamın olmadığı tarihi kalıntılar, cami ve kilise gibi ibadet yerleri, müzeler -çok şiddetle tavsiye edilmedikleri müddetçe- ilgimi fazla çekmemiştir. Onun yerine; yaşamın, varolduğu günden beri ve o günkü şekli bozulmadan sürdüğü mekanlar bana her zaman daha cazip görünmüşlerdir. Al-Jideyda da böyle bir mekan. Eski Halep kadar olmasa da, onun sınırlarının hemen dışında yer alan ve daha çok Osmanlılar zamanında yapılaşmış ve gelişmiş bir mahalle. Zaman içerisinde Ermeni halkın çoğunlukla yerleştiği ve şimdilerde de Ermeni tüccarların iş mekanı haline gelmiş, oluşmaya başladığı günden itibaren yapısını hiç değiştirmemiş sokak ve binalarla dolu. Yine -tüm eski Ortadoğu (ve bizdeki Güneydoğu) şehirlerinde olduğu gibi- sokağa bakan yüksek duvarlarında hiç pencere bulunmayan binalarla sınırlanmış daracık taş sokaklar... Binaların hepsine, ortalarında genellikle fıskiyeli bir havuzu olan bahçe ya da üstü kapalı bir avluya geçilen kapıyla giriliyor. Tüm yaşantı bu bahçe ya da avluya taşınıyor, katlarındaki çepeçevre balkonlarından.

Al-Jideyda'da girişimci bazı Suriyeliler, eski binaları restore edip butik otel ve lüks restoran olarak hizmet vermeye başlamışlar. Bunların en tanınmışları da Sisi Sokağı'nda bulunuyor.




Halep Kalesi
Halep'in ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş bir kale. Şekli nedeniyle yapay gibi görünse de, aslında doğal olan bu tepede M.Ö.10. yüzyıldan kalma bir tapınak üzerine daha sonra inşa edilmiş olan kalenin geçmişi M.Ö.3. yüzyıla dayanıyor. Haçlı saldırılarında Müslümanlar'ın güçlü bir savunma merkezi olmuş ve bu tarihlerde (M.S.12. yy) çevresine kazılan 20m derinliğinde ve 30m genişliğinde bir kanalla savunması daha da güçlendirilmiş. M.S. 13. ila 16. yüzyıllar arasında Memlûklular döneminde yeniden inşa ve güçlendirme çalışmaları yapılmış. Kaleye, güney kanadında, kanal üzerinde sekiz sütun üzerinde yükselen bir köprü ile bağlanan kapıdan giriliyor. Kalenin içerisinde Ulusal Müze, Memlûklular zamanında yapılmış bir hamam, Eyyubi Sarayı gezilebilecek noktalar. Eyyubi Sarayı'nın elden geçirilmiş görkemli ahşap kaplamalı Taht Odası ise kaçırılmaması gereken bir güzelliğe sahip.




Her nekadar camiler ilgimi çekmiyor dediysem de, Halep'te bulunan ve Mimar Sinan'ın erken dönem eserlerinden olan Al-Kosrowiyya Camii'ni merak ediyordum. Ancak camiyi gezmek için gittiğimde yoğun bir yağış vardı ve görevliler ziyaretlerin iki saat sonra kabul edeceğini söylediler. Cıvardaki cafélerden birisinde bir süre bekledim. Ancak yağmur gittikçe şiddetleniyordu ve daha fazla beklemem durumunda fotoğraf makinemle birlikte iliklerimize kadar ıslanacağımızı düşündüğüm için, yağışın azaldığı bir arada yarı koşar adım kendimi otele attım. Yine de sıkı ıslanmıştım.

Halep'te yeterince vakit geçirdiğime karar verip St. Simeon Manastırı üzerinden Edlib yoluyla Lattakia'ya doğru 20 Ekim saat 12:00'de yola çıkıyorum. Bir şehirde bu kadar vakit geçirmek ve yazı yazmak pek bana göre değil. Bu biraz Halep'e olan sevgimden, biraz da hazırlık aşamasındaki yorgunluğumu atmak için bir süre yerleşik kalma arzumdandı. Bundan sonraki hareketlerimi daha hızlı olacak...


 Malawi'ye Songwe'deki sınır kapısından 18 Mart Cumartesi günü saat 11:00 sıralarında girdim. Birçok Avrupa ve Afrika ülkesi dışında bazı ülkeler için de vize istemiyor Malawi. Ancak Türkiye vize istenen ülkeler arasında yer alıyor. Eğer önceden vize almadıysanız, sınırda elinize bir belge veriyorlar ve bu belgeyle en geç beş gün içerisinde Mzuzu'daki (Tanzanya'dan girenler için) Göçmen Ofisi'ne başvurup vizenizi almanızı istiyorlar. Aksi halde ülkeye kaçak girmiş muamelesi görüyorsunuz. Mzuzu, sınıra yaklaşık 290km uzaklıkta ve benim Malawi'deki güzergahım üzerinde yer alan orta büyüklükte bir şehir. Bu nedenle, benim için programda bir değişiklik ya da özel bir çaba gerektirmiyor.

Malawi küçük bir ülke. Görülmeye değer birçok yeri içinde en önemlisi, ülkenin toplam yüzölçümünün %15'ini kaplayan ve doğu sınırının da büyük bir kısmını oluşturan Malawi, ya da diğer adıyla, Nyassa Gölü. Bu göl aynı zamanda Büyük Yarık Vadisi'nin de son su kütlesi. 585km uzunluğunda kuzey-güney doğrultusunda uzanan gölün genişliği yer yer 100km'yi buluyor. Gölün doğu kıyısı kuzeyde Tanzanya, güneyde de Mozambik topraklarına sınır. Aslında, Mozambik sınırının başladığı noktadan itibaren gölün su alanı, Mozambik'le Malawi arasında ortadan bölünerek paylaştırılmış vaziyette. Halbuki, Tanzanya sınırı gölün Tanzanya kıyısında bitiyor. Yani, Tanzanya'da göle girenlerden Malawi Sınır Polisi pasaport soruyor :)

Malawi anılarını anlatmaya başlamadan, Malawi tarihine azıcık değinmekte yarar var. Malawi'nin şimdiki adı, 14. yüzyılda hüküm sürmeye başlayan ve şimdiki Malawi'nin güneyi, Mozambik'in kuzeyi ve Zambia'nın doğusunu içine alan bir bölgeye hükmeden Maravi Krallığı'ndan geliyor. Kalonga denilen hanedanlık sistemi ile orta Malawi bölgesindeki başkentinden yönetilen krallık, tarım ve ticaret üzerine kuruluymuş. Krallık, en parlak dönemini, ülkeyi 1600-1650 yılları arasında yöneten Şef Masula zamanında yaşamış. Portekiz'le sıkı bir ilişki yürüten Şef Masula ödüğünde, ülke sınırları Mozambik Adası kıyılarına kadar dayanıyormuş. Bu sıralarda Portekizliler Maravi Krallığı'ndan çekinir ve saygıda da kusur etmezlermiş. Vakta ki, Şef Masula Hak'ın Rahmeti'ne kavuşmuş, Portekizliler'e de gündoğmuş ve ülkeyi yavaş yavaş istila etmeye ve parçalamaya başlamışlar. Her bir parça, kendine özgü, Undi denilen Kalongalar oluşturmuş.

Ancak yine de Portekizliler kıyıda sahip olduları konumlarını korumuş, içerilere de fazla bulaşmamışlar. Buradaki -önceleri- altın ve fildişi kaynaklarını, yerli krallık(lar)la ticaret yaparak kullanmayı tercih etmişler. Daha sonraları "dünya esir piyasaları"ndaki "yükseliş trendi"yle de, bu konudaki ticarete yine kaynağı tanıyan yerli girişimcilerle dahil olmuşlar.

Umman Sultanı Said'in 1824'te Mombasa'yı ele geçirmesi ile başlayan süreç, Doğu Afrika'daki Portekiz egemenliğine de önemli ölçüde zarar vermiş. Sultan'ın başkenti Muskat'tan Zanzibar'a taşımasıyla, Doğu Afrika ticaretinin büyük kısmı Ummanlı Araplar'ın eline geçmiş. Zamanın en önemli ticaret konusu olan esir ticareti de bu yıllardan sonra ciddi miktarda artmış. Bölgeden, Portekizliler sayesinde, gelişmekte olan Yeni Dünya "Amerika" ve hatta Brezilya'ya bile -Batı Afrika esir kaynaklarının ihtiyaca cevap verebilecek seviyede üretim yapamaması nedeniyle- esir sevkiyatı yapıldığı söylenmekte.

İşte dünyada yaşanan bu yoğun talebe cevap vermek üzere toplanan esirlerin en önemli kaynaklarından birisi de Malawi. Özellikle, Zanzibar'lı Araplar tarafından silahla donatılan ve yakaladıkları esirler için "satın alınma garantisi" verilen Yao'lar, topladıkları binlerce esiri zaman zaman Portekizliler'e de satarak rekabete dayalı bir talep de oluşturmuşlar. Esirler; Malawi Gölü'nün batı kıyısında 1,000 kişilik bir grup oluşana kadar biriktirilir, daha sonra karşı kıyıya geçirilir, buradan da okyanus kıyısındaki Kilwa'ya üç-dört ay süren zorlu bir yürüyüşle ulaştırılırmış. Kilwa'da erkek esirler hadım edildikten sonra pazara çıkarılırmış, doğu pazarında hadım edilmiş erkek esirler daha çok para ettiği için. Sebebi de, kalabalık haremlerinin namusunu korumak tabii. Peki neden hadım edilmişine daha çok para versin ki müşteri? Edilmemişini alıp hadım ettirmek daha ucuza gelmez mi? Öyle olmuyor işte. O zamanın "steril" koşullarında hadım edilen erkeklerin önemli bir kısmı da mikrop kaparak ölüyorlar. Yani, ölen ölüyor; kalan sağlar da satılıyor. Nasıl muhabbet ama. Tam bir mal ticareti gibi, değil mi? Herhalde, o zamanki esir tüccarı ile müşterisi arasında şöyle bir konuşma geçiyordu:
"Ben sana 10,000 erkek esir gönderdim. 6,000'i yolda gelirken telef oldu, kaldı 4,000. 1,500'ü de hadım edilirken gitti, kaldı 2,500. 500'ü benden sana hediye. 2,000'ini tanesi 10 altından sayarım, eder 20,000 altın. EFT yapıver bi zaamet"

İşte böyle! Malawi'nin insanı yıllarca bunu yaşamış. Sanmışlar ki, dünyanın kanunu bu.
"Bir gece köyümüze baskın olacak. Diğerleri gibi kimimizi öldürecekler, kimimizi de alıp uzaklara götürecekler. Kalanlar, bir daha hiçbirimizin ne olduğunu bilmeyecek, kendi gidecekleri günü beklerken..."

19. yüzyıl Malawililer için kanlı bir dönem olmuş. Bir yandan Yaolar ve onların topladığı esirleri almak üzere bekleyen Araplar ve Portekizliler, diğer yandan geçtikleri her yerde kıyım yapan Ngoniler.

Bu şekilde, David Livingstone'un 1853-1856 yılları arasında gerçekleşen Batı Afrika'dan Doğu Afrika'ya geçtiği ekspedisyon ve 1858'de başlayan (ya da planlanmaya başlanan) meşhur Zambezi Ekspedisyonu'na kadar geliniyor. Kimdir bu Livingstone? İskoçya'nın Blantyre kentinde 1813 yılında doğmuş, Glasgow Üniversitesi'nde tıp doktorluğu eğitimi aldıktan sonra, Londra Misyonerlik Okulunda misyonerlik eğitimi görmüş ve misyoner olarak Afrika'ya gelmiş, Livingstone.

Livingstone, Malawi'de esir ticaretinin durdurulması için çok çaba sarfediyor. Esir ticaretini, "kolonileştirme, ticaret ve Hristiyanlaştırma"nın (Livingstone'un 3c kuramı: "colonialism, commerce and Christianity")durdurabileceğini söyleyen Livingstone, tüm çabalarına karşın başarılı olamıyor. Malawi'de esir ticareti ancak, onun ölümünden 21 yıl sonra, 1895'te son esir tüccarı Mlozi'nin İngiliz Vali Harry Johnston'ın birlikleri tarafından yakalanıp idam edilmesi ile son buluyor.

Malawi'nin tarihi bu kadarla bitmiyor tabii. Koloni ve bağımsızlık dönemleri de var. Ama, şimdilik Malawi'ye başlarken, Malawili'nin acılı geçmişini ve onun nasıl "kaderine razı" bir toplum olduğunu anlatmak için esir ticareti kısmıyla yetiniyorum.

Chitimba
İlk durağım, kuzey-batı kıyısındaki Chitimba. Malawi Gölü'nün kuzey kıyısında küçük bir kasaba, Chitimba. Daha doğrusu haritada "kasaba" olarak gösteriliyor ama aslında kasaba demek diğer kasabalar için biraz haksızlık olur. Bence irice bir köy olarak tarif edersem, Chitimba içinde yeterince cömert davranmış olurum. Aslında Chitimba'dan biraz önce, yine göl kıyısında olan ve Mikumi'deki Genesis Motel'de karşılaştığım Hollandalı genç çiftin önerdiği Sangilo Sanctuary Lodge'a uğradım önce. İskoç bir kadın ve İsrailli bir adam tarafından işletilen bungalov-motel oldukça temiz ve şirin ama, fiyatı da benim hedefimin üzerinde; USD55.00, kahvaltı hariç. Ben yine de Chitimba'daki Chitimba Camp Site'ı tercih edeceğim galiba. Burası da, özellikle Güney Afrika kaynaklı kambüs (hani otobüsle kamyon arası varlıklar, Uganda'nın son bölümünde bahsetmiştim) overland turizmi yapan bazı şirketlerin uğrak noktası. Aslında bir kamp yeri ama, birkaç bungalov (ya da buralarda "hut", yani "kulübe" olarak adlandırıyorlar, pek de haksız sayılmazlar) da var. Sahilde bulunması ve kumsalı olması nedeniyle GPS'imi ona kilitledim ve arabamın burnunu o yöne doğrulttum. 


FOTO: http://www.chitimba.com


Resepsiyon oku ile gösterilmiş yer, etrafı açık, üstü sazdan yapılma bir damla örtülü bar, restoran ve oturma bölümlerinden oluşan geniş bir alan. Koltuklar, sedirler, sandalyeler, masalar, kanepeler, yerde minderler falan var. Duvarlarda çeşitli Afrika maskeleri, batikler, fotoğraflar, ilan panoları, reklam afişleri... Geniş bir bar ve önü kumsal. Güzel! Hoş bir yere benziyor da... Kimse yok. Etrafıma bakıyorum, bambudan yapılmış kanepelerin sırtı bana dönük olanlarından birinin üzerinden uzanmış bir ayak görüyorum. O tarafa yöneliyorum; kanepede uzanmış olan "müşteri" eğer uyumuyorsa, resepisyon görevlisini soracağım. Kanepenin önüne doğru geçtiğimde, sırtı bana dönük diğer kanepede bir başka "müşteri"nin uzanmış olduğunu görüyorum. İkisi de, "nereden çıktı bu adam da yahu!" der gibilerinden bana bakıyorlar. "Rahatsız ettiğim için özür dilerim ama, resepsiyon görevlisi nerede, biliyor musunuz acaba?" diye soruyorum. Ayağı kanepenin sırtından arkaya doğru sarkmış olanı "Biziz, birşey mi vardı?" diye soruyor. İçimden "Yok canım. Bir hatırınızı sorup gidecektim" demek geldi ama, moda tabiriyle bu kadar "cool takılmaları" biraz cezbetti açıkçası. "Yeriniz var mı, diye soracaktım da" dedim. "Kulübeler orada, kapıları açık. Git bak. İstediğinde kal" dedi, kanepearkasındansarkıkayaklı. O kadar cool davranıyorlar ki, hafiften ürpermeye başladım, 36°C sıcağa rağmen. Neyse, gidip yan yana bitişik-dizili kulübelerden self-contained (burada, içinde duş ve tuvaleti olan odaya böyle deniliyor) olan bir tanesini gözüme kestirdim. Durumları pek iç açıcı olmasa da, çadır kurmaktan daha zahmetsiz. Fiyatı da uygunsa iki gece kalırım. Dönüp kanepearkasındansarkıkayaklı'ya seçtiğim odanın numarasını söyleyip fiyatını soruyorum. "USD12.00 senin için uygun mu?" diye soruyor. "Biraz pahalı ama..." diyorum. "İyi o zaman, USD10.00 verirsin" diyor. Olur canım, ayıp ettin. Bu arada diğeri yerinden kalkıp barın arkasına geçmişti. Sanırım "otelle ilgili birileri" olduklarını ispat etme gereği duydu. Ben de sıcağın bunaltıcılığını hafifletmek için bara yönelip soğuk bir bira istedim. "Jeneratörü çalıştırmadık. Biralar soğuk değil" dedi, kanepearkasındansarkıkayaklı. "Olsun, öyle içerim" dedim. Yüzünü buruşturup "Sıcak bira mı? Ben hayatta içemem" dedi. "Peki o zaman, arabamın buzdolabından kendi biralarımdan getirsem bozulur musunuz?" diye sordum. "Yok canım! Varsa, iki tane de bize getir. Akşam soğuyunca bizimkilerden sana iki tane bedava veririm" dedi. Oluur! Neyse böylece muhabbet başladı. İki Güney Afrikalı. Barın arkasına geçen sarışının adı John. Diğeri, yani "renkli" olanı, adını söylemeye üşendi. Zaten hala olduğu yerde yatıyor, kanepearkasındansarkıkayaklı. Buralarda "renkli" diye, beyaz-siyah ya da Hintli-siyah karışımı olanlara deniyor. Beyaz-siyah karışımı çoklukla beyaz baba ve siyah anneden (daha az olarak beyaz anne ve siyah babadan)... Hintli-siyah karışımı ise hep Hintli baba ve siyah anneden (bu bilgiler, adını daha sonra duyacağınız Mr. Stuart M. Grant'ten alınmıştır)... Bizim kanepearkasındansarkıkayaklı ise bir beyaz-siyah "renkli"si. Ama türünü bilemiyorum tabii.

Akşam, nitekim, bir kambüs dolusu çılgın overlander geliyor. Gürültü-patırtı. İçlerinden birisi de Uganda-Ruanda sınırındaki beklemede tanıştığım çocuklardan. Şimdi de bu tura katılmış. Millet iyi geziyor yani anlayacağınız. Yemekten sonra saz kulübeme çekiliyorum. Gölün dalgaları, ay mehtabı ve yıldızlar muhteşem.


Malawi Gölü'nde güneşi batırdık. Güneş arkadan battı tabii. Ben doğuya bakıyorum şu anda.


Ertesi sabah, arabadaki kamp malzemelerimi; koltuk, masa, ocak, yemek takımı ve kahvaltılıklarımı indirip kendime güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Pazar sabahları genellikle uzun uzun kahvaltı yapmasını severim. Hele bir de gazetelerim varsa... Tabii burada o şansım yok ama, Buket'in benim için biriktirdiği Radikal bulmacalarım var. Bugün artık onlardan üç-dört tanesi tüketilir. Sıcak bunaltıcı ama, saz kulübemin "verandası" nispeten esintili.


Kulübemin önünde Pazar kahvaltısı. Böyle deli gibi güneşin altında değilim tabii. 
Fotoğrafta iyi görünsün diye öne taşındım


Bugün yazılarımla uğraşıp, biraz da miskinlik yapacağım. Kulübemin kuytusuna çekilip oturuyorum. Akşama kadar oradaydım. Kâh yazı yazdım, kâh kitap okudum, kâh bulmaca çözdüm, kâh yemek pişirdim (ocak ortaya çıktı ya yeniden). Bu arada "hemşehrim"le muhabbet ettim:

Medson Ngwira 18 yaşında bir Malavili çocuk. Para bulursa okumaya devam etmek istiyor. Kaldığım kamp yerinin yanındaki bahçede çalışıyordu. Üzerindeki tişörtü görünce yanına gittim. Çarşıdan aldığını söyledi. Buralarda (aslında tüm Afrika'da bu var) dünyanın her yerinden toplanan (satın alınan ya da "yardım" adı altında toplanan) 2. el ya da defolu mallar çuvallar içerisine tıkılıp getiriliyor ve pazarlarda dergilere dökülüp satılıyor. Bunun uluslararası ticaretini yapan o kadar çok insan var ki, dünyanın her yerinde. Medson da bu ay-yıldızlı tişörtü beğenmiş anlaşılan. 


"Hemşehrim" Medson.!



Bu arada Medson kendisine mektup arkadaşı arıyor, İngilizce yazışacağı. Adresi aşağıda, ilgilenenlere:
Medson Ngwira
P.O. Box 4
Chitimba, Rumphi
Malawi

Öğle ve akşam yemeklerini "stoklarım"dan karşılayıp günü ucuza kapatıyorum. Ertesi sabah Chitimba İlköğretim Okulu'nu ziyaret edeceğim. Saat 06:45'te "bayrak törenleri" varmış, öğrendim. Erken yatmam lâzım.


Sabah, başöğretmenin konuşmasını öğrenciler "ilgi"yle dinliyorlar


Sabah 06:15'te kalkıp traş oldum ve temiz kıyafetlerimi giydim. Çocukların karşısına pejmürde bir şekilde çıkmamalıyım. Saat tam 06:45'te okuldaydım. Ben vardığımda çocuklar okulun ve çevresinin temizliğini yapıyorlardı. Burada okul ve çevre temizliği öğrencilerin sorumluluğunda. Başlarında üst sınıflardan "gözetmen" abileri ve ablaları, hepsinin elinde çalı süpürgeleri, etrafı süpürüyorlar. Benim geldiğimi görünce temizliği falan unuttular tabii. Çocukların çemberinden, öğretmenlerden biri kurtardı. Birazdan "başöğretmen" de çıkageldi. Müdür olarak adlandırmıyorlar burada. Beni başöğretmenin odasına aldılar, öğretmenler tek tek gelip benimle tanıştı. Daha sonra Pazartesi sabahlarının geleneksel töreni başladı, bizdeki gibi. Başöğretmen bir konuşma yaptı ve öğrenciler sınıflarına çekildiler, öğretmenleri ile birlikte.


Bu kızımıza ise ben daha ilginç gelmiş olmalıyım


Başöğretmenin de derse gireceği bir sınıfı olduğu için, beni öğretmenlerden birisine havale etti, sınıfları gezmem için. İlk girdiğim bir üçüncü sınıf. Sınıfta öğrencilerin oturacağı sıra yok. Öğretmenin de masası... Sanırım dördüncü sınıfa kadar çocuklar yerde oturarak dersi izliyorlar.


Üçüncü sınıfta öğretmen Frank Kamanga ve öğrencileri


Sonra, üst sınıflardan birinin matematik dersine girdim. Burada artık sıraya oturmuştu çocuklar. Girdiğim her sınıfta öğretmenler benden, çocuklara Türkiye ve seyahatimle ilgili bilgi vermemi istedi. Ben de seve seve yaptım tabii bunu. Hepsi ilgiyle dinledi anlattıklarımı.


Başöğretmen Harry W. Chainga, bir harita çizip Türkiye'nin yerini işaretledi, el çabukluğuyla. Ben de o harita üzerinde Türkiye'yi ve seyahatimi anlattım kısaca çocuklara.



Okulun öğrenci sayısı 895. Toplam sekiz sınıf ve aynı sayıda da derslik var. Sınıf mevcutları 120-140 öğrenciye kadar çıkıyor. Arabada, yanımda bulundurduğum kalemlerden 80-90 kadarını başöğretmene verdim; başarılı öğrencilere dağıtmaları için. Nisan'ın yedisinde dönem bitiyormuş. "İyi oldu, başarılıları ödüllendirme fırsatı olur bu bizim için" dedi, başöğretmen Harry W. Chainga. Verdiğim yalnızca kurşun kalemdi.

Bu güzel insanlarla vedalaşıp, Mzuzu'ya doğru yola çıkıyorum. Sudan'ın ücra köşesindeki ilkokulda hiç olmazsa öğrenciler yerde oturmuyordu.

Mzuzu 
Mzuzu'da vize işlemi yarım saat kadar sürüyor. Vizeyi aldıktan sonra, e-postalarımı kontrol etmek için bir internet café buluyorum. Malawili'nin ne kadar saf olduğuna bir örnektir: Girdiğim ilk internet caféde ücreti soruyorum; dakikasının otuz Malawi Kwachası olduğunu söylüyor kız. 135 Kwacha bir ABD Doları'na karşılık geliyor. Yani bir Dolar'a yaklaşık 4.5 dakika boyunca internete erişiyorsunuz. "Neden bu kadar pahalı?" diye soruyorum. "Şurada bir internet café daha var. Orada yirmi Kwacha" diyor ve kapının önüne çıkıp eliyle yerini de gösteriyor. Bir şey söyleyemiyorum ve ucuz internet caféye doğru yürüyorum.

Buradan Nkhata Koyu'na geçeceğim, yine Malawi Gölü kıyısında ve daha güneyde. Nkhata Koyu kıyıları Bilharzia, ya da diğer adıyla Şistosomiasis (bunun da Türkçe karşılığını bilmiyorum, belki de yoktur) hastalığı riski en az olan bölge. Bu, özellikle Sahra Altı tropikal bölgelerdeki tatlı sularda çok yüksek oranda bulunan bir hastalık. Hastalığa, deri altına nüfuz ederek burada çoğalan kurtçuklar sebep oluyor. Semptomu yüksek ateş. Ciddi şekilde tedavi edilmediği taktirde bu kurtçuklardan "kurt"ulunamıyor. Yalnızca bu sularda yüzmekle değil, bu hastalıkla enfekte olmuş suyla yıkanmak ya da bu suyla yıkanmış ve iyi ütülenmemiş ya da direkt güneşin altında bırakılarak kurutulmamış çamaşırları giymekle de hastalığa yakalanma riski var.

Mzuzu'dan Nkhata'ya doğru virajlı orman yollarında ağır ağır ve keyifle ilerliyorum. Bir ara, arabadan metal birşey düşmüş gibi bir şıngırtı geldi kulağıma, açık pencereden. Arabayı emniyetli bir yere park edip, etrafını, erişebildiğim kadarıyla altını gözle kontrol ettim, birşey göremedim. Sesi duyduğum yere, geriye doğru yürüdüm, yaklaşık 100-150m kadar. Hem asfalta hem de yolun her iki tarafına bakındım, herhangi birşey bulamadım. "Herhalde" dedim içimden, "yerdeki metal birşeyin üzerinden geçtim". Arabaya binip, yoluma devam ettim.

Nkhata Koyu
Nkhata Koyu'nda, bahsettiğim hastalık riski olmadığı için, suya girip, meşhur siklid (İngilizcesi Cichlid olduğu için okunuşunun "siçlid" olması beklenirken, -nedense- böyle telafuz ediliyor) balıklarını göreceğim.

Bu siklid balıklarını ne bilirdim, ne de ismini duymuşluğum vardı. Bir arkadaşım, internette okuduğu bilgileri bana aktarmıştı. Ben de buralara kadar gelmişken bu balıklarla tanışmayı istedim. Elimdeki kaynakta da biraz bilgi vardı. Meğer çok meşhurlarmış ve Malawi ile birlikte Doğu Afrika'nın birkaç gölünde bulunurlarmış. Ama o birkaç gölden biri olan Victoria Gölü'nde siklid balıklarının da nüfusu tükenmeye yüz tutmuş. Dünyaya "hakiki" siklid balığı da bir tek Malawi Gölü'nden gönderilirmiş. Çeşitli renkte olanlarını suyun altında görmeğe doyamazmış insan. Eh, hadi bakalım, dedik ve şempanze, goril, kırmızı kolobus maymunu, sarı kanarya, mor menekşe derken, bir de siklid balığı kovalayalım istedik.

Nkhata Koyu'nun yolları, ana asfalttan ayrıldıktan sonra toprak. Hem sık, hem de bol yağan yağmurlar nedeniyle de bu toprak yollar oyularak bir "off-road yarış pisti" haline dönüşmüş durumda. Derin çukur ve yarıklar, çamur havuzları, sert eğimler... Arabayı test etmek için birebir yani. Ancak benim arabanın test sonuçlarında biraz sorun var. Engebelerden ne kadar yavaş geçersem geçeyim, arabanın arkası '59 Impala gibi yaylandıkça yaylanıyor. Arka amortisörler iyi çalışmıyor, belli. Kenya'da taktığım bu yedekler, aracın üzerindeki orijinalleri kadar sağlam çıkmadı anlaşılan. Daha ancak 12,000km yol yaptılar ve öyle önemli bir darbe de yemediler, toprak yollardaki normal darbeler dışında. Her neyse, artık çukur ve kasislere 10km cıvarında bir hızla girmemiz gerekiyor. Yoksa, arka camın önüne, o eski Impala'lardaki kafası sallanan köpeklerden koymam gerekecek.


Öndeki Ilala, arkada görünen ise Nkhata Koyu


Nkhata aslında iki koydan oluşuyor. Birisinin adı Nkhata Koyu iken, diğeri de Ilala Koyu ve yerleşim, yani buranın yerli nüfusunun yerleşimi, daha çok Nkhata Koyu cıvarında toplanmış. Etrafı ormanla kaplı iki tane ufacık koy. Sakin, huzurlu ve ucuz tatil yapmak isteyenler için ideal. Aslında Malawi Gölü'nün bu kıyısı baştanbaşa değişik güzelliklerle dolu.


Benim kulübem...


Benim kalacağım yer ise Ilala Koyu'ndan da sonra, ağaçların arasında, taşlardan yapılmış setler üzerine oturtulmuş saz kulübelerden oluşan Njaya Lodge. Kulübelerin bazılarının duş ve tuvaleti içinde (yani "self contained") ama, öyle olanlar hep arkalarda kalıyor ve önlerine gelen ağaçlar nedeniyle göl manzaraları kesilmiş durumda. Ben de en öndekilerden, yani içinde duş ve tuvaleti olmayanlardan birini alıyorum. Artık duş ve tuvaleti "ortak" kullanacağız ama, motelde benden başka kalan da yok zaten. Malum, yağmur mevsimi. Bu arada söylemeyi unutuyorum; her gün en az bir parti tufanımız var. Bu bazen iki, üç ya da daha çok parti olabiliyor. Süreleri de yarım saatten başlayıp, birkaç saate kadar çıkabiliyor. Njaya Lodge da bir İngiliz'e aitmiş. Kendisiyle tanışma fırsatımız olamadı, tatile İngiltere'ye gittiği için. Herkes tatil için buralara gelirken, o da tatilini geçirmeye İngiltere'ye gidiyor, yağmur mevsimi nedeniyle sezonun "off" olmasından istifade.


...ve manzarası. O gördüğünüz kayaların arası siklid balığı kaynıyor.


Malawi'de benim gördüğüm ve kitapta da okuduğum turistik işletmelerin hepsi yabancılar; çoğunlukla da İngiliz, İskoçyalı, İrlandalılar tarafından işletiliyor. Yerli halk da onların yanında işçi olarak çalışıyor.  Motelin barmeni/garsonu/mutfak sorumlusu Dickson'a sordum; neden hiç Malawi'li işletmeci yok, diye. Esas neden para tabii. Birkaç kişi bir araya gelip ortak iş yapmaya bile yetmiyor paraları. İşletme kültürü meselesi de var tabii işin içinde. Bu nitelikte bir hizmet anlayışı pek Malawili'nin alıştığı hayat tarzı ile bağdaşan bir durum değil. Dickson, aynı zamanda otelin aşçısı olan kardeşi ve birkaç turizm deneyimi olan arkadaşı ile bir "turizm hizmetleri kursu" işletiyor olduklarını anlattı, bütçe ve zamanlarının elverdiği ölçüde. Çevrede yaşayıp, gelişmekte olan turizm sektöründe kendine bir iş edinmek isteyenlerden gücü yetenler böyle kurslara katılıp kariyer sahibi olmaya çalışıyorlarmış. Ancak ilk akşam yediğim (dolayısıyla Dickson'ın kardeşi tarafından pişirilmiş olan) balık, aşçılık konusunda kurs görenlerin pek fazla şansları olamayacğını düşündürdü bana.


Mr. Dickson Mzimo Phiri. Barmen/garson/mutfak sorumlusu/...


Buralarda (ve Malawi'nin genellikle her yerinde) insanlar tarımla geçinmeye çalışıyorlar. Havalar ne zaman iyi giderse, o zaman karınları doyuyor ve keyifleri yerinde. Yağış olmaz ve kuraklık olursa (ya da tersi, çok yağış olur ve sel ekinlere zarar verirse), o zaman da aç kalıyorlar. Gölün balığı da, ancak kendi karınlarını doyurmaya yetecek kadar avlanıyor. Her balığı avlayıp yiyorlar genellikle, pek ayırt etmeden. Çocukların o rengarenk siklid balıklarını bile oltayla avladıklarını gördüm; sorduğumda yemek için olduğunu söylediler. Hele usipa adlı minicik balıklar var ki, onlar çarşıda leblebi gibi satılıyor, galiba güneşte kurutulmuş olarak. Balıkçıların kullandıkları ağaç gövdesinden oyularak oluşturulmuş, iri bir muza benzeyen ince uzun kayıklarla gerçekleştiriliyor neredeyse bütün balık avı da.


"Muz" kayıklar


Siklid balıklarını suda görebilmek için öyle uzun boylu dalış takımlarına falan gerek yok. Ben numaralı yüzme gözlüğümle, kıyıya yakın kayalıkların arasında yüzlercesini izleme imkanı bulabildim. Hele güneşin altında daha da çok yaklaşıyorlar kıyıya. Özellikle sarı ve parlak lacivert rente olanlarını izlemek çok keyifli oluyor. Tabii benim farklarını ayırt edemediğim yüzlerce daha çeşidi varmış, siklidlerin.

Nkhata'da kaldığım ikinci geceden sonra, Malawi Gölü kıyısındaki son durağım olan Salima'ya hareket ediyorum, 22 Mart Çarşamba sabahı. Nkhata'dan sonra da yol ormanların içinden, ama bu sefer kauçuk ormanlarının içinden kıvrıla kıvrıla geçiyor. Bu kauçuk ormanları, gerçek kauçuk elde etmek için yetiştirilmiş kauçuk ağaçlarından oluşmuş. Binlerce ağaç, kabuklarının üzerlerinde öz suyu olan kauçuk hammaddesinin akması için oluşturulmuş çizikler, bu çiziklerin alt ucuna saplanmış ufak metal  kanallar ve altlarında da ağaca bağlı duran toplama kapları. Coğrafya kitaplarında fotoğrafını gördüğümde çok ilgimi çekmişti. Şimdi gerçeğini görüyorum. Nereden nereye!


Kauçuk, binlerce ağaçtan...


Burası bir kauçuk plantasyonu ve özel bir şirket tarafından işletiliyor. Toplanan kauçuk, gerekli prosesten geçirildikten sonra ihraç ediliyormuş.


damla damla toplanıyor




Salima ve Stuart M. Grant'in çiftliği
Salima'nın sahili olan Senga Koyu da, kuzeydeki Chitimba gibi göz alabildiğine derin kumsalı olan bir sayfiye yeri. Ancak bir süredir sürekli yağan yağmur nedeniyle, göle akan sel suları, taşıdığı çamurla sahilde göl suyunu iyice bulandırmış durumda. Yüzmek pek keyifli olmayacak yani. Burada da, bir Sri Lanka'lının işlettiği otelde kalıyorum. Malavi'de Toyota otomobillerini pazarlayan bir Sri Lanka şirketinin yöneticisi iken, yaşanan Tsunami felaketi ardından, merkezin ekonomik sıkıntıya girmesi sonucu Malavi branşını kapamaya karar vermesinden sonra, ülkesine dönmek yerine Malavi'de kalıp turizm işletmeciliğine soyunmuş.

Ertesi günü artık ülkenin başkenti Lilongwe'ye doğru yola çıkacağım. Ancak ondan önce, programımda siklid balıklarını dünyanın birçok ülkesine ihraç eden Stuart M. Grant'in işlettiği tropik balık çiftliğini gezmek var.




Çiftliğe vardığımda, görevli Ms. Giran karşılıyor beni. Yüzlerce akvaryum ve havuzdan oluşan çiftliği geziyoruz birlikte. Hepsinin içinde farklı renk ve desende siklid balıkları var. Aslında buraya bir çiftlik demek yanlış, çünkü balık yetiştirilmiyor. Yalnızca, gölden toplanan balıklar sınıflandırılıp ayrılıyor, besleniyor ve gelen taleplere göre sevk ediliyor.


Ms. Giran'la çiftliği geziyoruz


Sevk edilecek balıklar, sevk tarihinden önce farklı akvaryumlara alınıp burada birkaç gün aç bırakılıyor, sevk sırasında bulundukları suyu kirletme ve dolayısıyla kendi kendilerini zehirleme riskini engellemek için. Sevkiyat, su geçirmeyecek şekilde kapatılan naylonlarda, oksijence zenginleştirilmiş suyun içerisinde yapılıyor. Bu naylon torbalar, ayrıca styrofoam kutular içerisine yerleştiriliyor ve gönderilecekleri yere uçakla sevk ediliyor. Balıkların en geç 2-3 gün içerisinde alıcısı tarafından akvaryuma aktarılması gerekiyor ki, ölmesinler.


Akvaryumlarda "yakalayabildiğim" bir siklid


Ms. Giran'dan biraz da çiftliğin sahibi Stuart M. Grant hakkında bilgi almak istiyorum. Birazdan göreceğimi söylüyor. Ayrıca, bu çiftliğin içinde bulunan ve Mr. Grant'in eşi tarafından işletilen lodgeda  konaklamanın da mümkün olduğunu öğreniyorum. "Çiftlik" gezimizden sonra restoran/bar/resepsiyonun bulunduğu saz damlı binaya gidiyoruz, Grant'lerin evinin önünden geçerek. İçeriye girdiğimde, ortadaki koca masanın başında oturan iki kişiyle karşılaşıyorum; 65-70 yaşlarında bir adam beni selamlıyor, Mr. Grant olmalı diye düşünüyorum. Kısa fakat hızla gelişen ve çok yoğun bir muhabbet başlıyor. Tesisi ziyaret eden ilk "orijinal-orijinal" Türk olduğum çıkıyor ortaya. Bundan önceki "orijinal" Türk ise, Amerika'da yaşayan Mehmet. Ben soyadını unuttum ama, Stuart soyadıyla söylemişti; üstelik herhangi bir kayda bakmaya gerek dahi duymadan. Bu, Stuart'ın - bu yaşındaki- hafızasına hayran kalmama yetti. Eminim diğer konuklarının isimlerini de hatırlıyordur, soyadları ile birlikte. "Orijinal" ve "orijinal-orijinal" deyimleri de, Mehmet'in Amerika'da, ama benim Türkiye'de yaşıyor olmamdan çıktı... Tesisi ziyaret eden ilk "orijinal-orijinal" Türk sıfatıyla, anı defterine Stuart'ın isteğiyle Türkçe birkaç satır yazıyorum.


Mr. Stuart M. Grant ve anı defteri


Keşke önceki gün gelmiş olsaydım da, burada kalsaydım, diye geçiriyorum içimden. Özel günler için sakladığını tahmin ettiğim nadide viskisinden birer "shot" dolduruyor Stuart; şerefe "atıyoruz". Bugün Lilongwe'de olmam lazım. Yarın Zambiya'ya geçeceğim çünkü. Vedalaşıp ayrılıyorum. Ucundan bir çatal alınan lezzetli bir yemeğin damakta ve hafızada bıraktığı tat gibi kalıyor, Stuart'la o kısacık muhabbetimiz.

Bu arada bir program değişikliğinden bahsetmek istiyorum. Her ne kadar, şu ana kadarki rotam, başta planladığıma -ufak tefek sapmalar dışında- sadık kaldıysa da, bundan sonraki programla ilgili ciddi bir değişiklik yapmak zorunda kaldım. Aslında bu, baştan beri gündemimde olan ve önce açıklamadığım bir "B" planını yürürlüğe sokacak beklenen bir değişiklikti; daha doğrusu ikinci bir alternatifti. Bilirsiniz belki; Zimbabve'de 1980'de bağımsızlığın kazanılmasından beri başkan olan Robert Mugabe rejimi hüküm sürmekte. Maalesef, bağımsızlığını kazanan birçok (neredeyse tüm) Afrika ülkesinde olduğu gibi, Mugabe rejimi de bir süre sonra diktatörlüğe dönüştü. Bu arada, koloni döneminden itibaren Zimbabve'ye (o zamanki adıyla Rodezya) yerleşmiş olan tüm ticari çiftçilik yapan beyazların çiftliklerine el konuldu ve "halk"a dağıtıldı. Halkı tırnak içine almamın nedeni, çiftliklerin yeni sahiplerinin çoğunun gerçek halk yerine ya varlıklı politikacılar, ya da -içlerinde başkanın karısının da bulunduğu- "yeni girişimciler"di. Bunun sonucunda ülkede ciddi bir çöküş başladı ve bazıları bu çöküşün nedenini koloni dönemine; o dönemin beyaz çiftlik sahiplerinin tutumlarına bağladılar. Sonuçta toplum ciddi oranda fakirleşti ve kısmen bir "varlıklı beyaz düşmanlığı" başgösterdi. Bunun dışında, rejim muhaliflerinin legal (ama illegal kabul edilen) ya da illegal eylemleri  de hükümet güçlerince şiddetle bastırılmaya devam etmekte. Sonuç; ülkeye giden bazı gezginler (özellikle sırt çantalılar) herhangi bir problem olmadığını söylerken, diğerleri de (özellikle kendi arabasıyla seyahat edenler) duydukları rahatsızlıktan bahsediyorlar. Seyahatimin başında da var olan bu durumun, Zimbabve aşaması yaklaştığında değişebileceği, ya da ülkeyi daha "taze" ziyaret edenlerle görüştüğümde farklı ve olumlu sinyaller alabileceğim ihtimalini göz önünde bulundurarak, bu ülkeyi programımda tutmuştum, ta ki bu aşamaya kadar. Ancak şu ana kadar ülkeyi son zamanlarda ziyaret eden kişilerden aldığım sinyallerdeki "olumlular"la "olumsuzlar"ın oranı -tabiriyle- "fifti-fifti". Bu durumda, sonuna yaklaşmış bir seyahatte fazla risk almak istemediğim için Zimbabve'yi devre dışı bırakmak zorunda kaldım. Durum böyle olunca, seyahatin Malavi'den sonraki kısmı coğrafi yerleşim bakımından ikiye bölünmüş oluyordu. Bu iki bölümü de seyahatin kapsamında tutmak, biraz fazla zorlamalı bir "atraksiyon" gerektirecekti. Yani, hem Zambiya hem de Mozambik yönünü Zimbabve'ye girmeden halletmek, yolu çok uzatacaktı. Bu yüzden, iki bölümden birisini seçmek durumundaydım. Ayrıca, şunu da itiraf etmemde yarar var ki, 6 aylık bir süre için başta biraz yoğun bir program yapmış olduğumun -biraz geç de olsa- farkına vardım. Bu kadar ülkeyi altı aya sığdırmak, biraz "çalakalem" gezmeyi gerektiriyor; süreyi uzatmak da, -açıkçası- bu aşamadan sonra benim sınırlarımı biraz fazla zorlamamı...

Bu durumda ben de, seyahatimin "önemli hedefleri" arasında yer alan Victoria Şelalesi, Kalahari Çölü ve İskelet Sahili'nin bulunduğu Zambiya-Namibya-Güney Afrika bölümünü tercih ettim. Yine "önemli hedefler" listesinde yer alan Mozambik kıyıları ve Güney Afrika'nın doğusundaki Kruger Ulusal Parkı (her ne kadar ulusal parklara tövbe ettiysem de) ise gidilemeyen diğer bölümde kalacaktı. Ve tabii Güney Afrika'nın "içinde yer alan Swaziland ve Lesotho da... Botswana da geçişte kullanılan ülke olması nedeniyle biraz "gürültüye" geliyordu.

Bu "kısa" açıklamadan sonra, Malavi hikayeme devam edeyim, isterseniz.
Stuart'tan ayrıldıktan sonra, Lilongwe'ye yönlendim ve öğleden sonra geç saatlerde şehre girdim. Gelenksel şehir oryantasyon turumun ardından, biraz rahat bir geceleme için Korea Garden Lodge'a yerleştim, bütçeyi zorlasa da (USD55.00/gece, oda+kahvaltı)... Ertesi günü Zambiya'ya doğru yollanacağım.

24 Mart Cuma sabahı, Zambiya'dan önce son olarak depomu doldurmak için girdiğim benzin istasyonunun hemen arkasında teşkilatlı bir lastik servisi gördüm ve ön tekerleklerde Kenya'dan beri artarak devam eden balans sorununu burada halletmenin uygun olacağını düşündüm. Afrika'da rastladığım tüm lastik servislerinda araç üzerinde balans yapabilen ekipman bulunmuyor. Burada da yoktu. Yine de dört tekerleğin balans ayarını yaptırmakta yarar var. Ön tekerlekler söküldü, balans ayarları yapıldı, yerlerine takıldı. Sıra arkadakilerde geldi. Önce arka sağdakini söktüler. Amortisörde bir gariplik var. Benim bildiğim amortisörler, alt ucundan aksa, üst ucundan da şaseye bağlıdır. Alt ucu bağlı da, üst "uc"u boşta. Geçen yazımda size bahsettiğim, Nkhata Koyu'na gelmeden yolda duyduğum "şıngırtı" ve daha sonra başlayan İmpalavari yaylanmanın sebebi çıktı ortaya.


Zavallı sağ amortisörüm


Arka sağ amortisörümün üst ucu, yani şaseye bağlı olduğu uç, dibinden kırılmıştı. Soldaki tek amortisör de, aracın arka yaylanmasını söndürmeye yetmiyordu tabii. Kenya'da değiştirdiğim arka amortisörlerimden ayırdığım sağlam olanını kırık olanın yerine taktım. Kırığı da, Otokar'a göstermek için yanıma aldım. Bakalım bu kadar kısa zamanda "kırılan" bir amortisör için ne diyecekler?

Balans ayarından sonra yola çıktım ama direksiyondaki titreme devam ediyordu. Geri dönüp sorunun devam ettiğini söyledim. Tekerleklerin yerini değiştirdiler; durum aynı. Üzerinde balans ayarı yapılması lazım. Yine de ön lastikleri yeniden ayara aldılar. Eskisine göre azalmakla beraber, sorun yine de devam ediyor. Yapabilecekleri fazla birşey yoktu ve bu şekilde yola devam etmeye karar verip sınıra yöneldim. Malavi sınırından sorunsuz olarak çıktım, şimdiye kadarki tüm sınırlarda olduğu gibi.

Bu aşamada herkes, "Gelecek yazıda Zambiya'da buluşmak üzere..." falan gibi bir final bekliyor değil mi? İşte öyle bir final olamıyor maalesef. Daha doğrusu, Malavi'den çıktıktan sonra eğer Zambiya'ya girebiseydim olacaktı da... Ama öyle olmadı. Yani, ben Malavi'den sorunsuz çıktım ama, Zambiya'ya giremedim. Ya da Zambiya'ya "girmediğimi" düşünüyordum.

Zambiya sınırna geldiğimde, Zambiya pasaport polisi pasaportumu evirdi, çevirdi, sayfalarını karıştırdı. Anladım ki vize arıyor. Ben hemen duruma müdahale edip, vizemin olmadığını ve sınırda alacağımı söyledim. Elimdeki iki kitap da, Zambiya için vizenin sınırdan kolaylıkla alındığını söylüyordu. Ama Türkler'in de bulunduğu bir grup ülke vatandaşları için uygulama farklıymış ve bizler vizeyi sınıra gelmeden önce almalıymışız. Bu durumda, benim de vize başvurumu, Lilongwe'deki (Malavi'nin, yani artık "terketmiş" olduğum ülkenin başkenti) Zambiya Yüksek Komisyonu'na (Zambian High Commission) yapmış olmam gerekirmiş. Bunu sınırda öğreniyor olmam benim kabahatim tabii. Aslen, bir ülkeye girmeden önce, o ülkenin -bulunduğum bir önceki ülkedeki- temsilciliğine gidip vize durumunu soruşturmam gerekirdi ve bunu Zambiya için de, Lilongwe'de yapmalıydım. Ama, şu ana kadar -Türkiye'den vizesini almış olduğum ülkeler dışındaki diğerlerine- hep sınırda vize alarak girebildiğim için, direk sınıra yönlenmek bende artık bir alışkanlık haline gelmişti. Neyse! Yapacak birşey yok ve geri döneceğiz. İşin problemli kısmı, Malavi'den çıkmış olduğum için yeniden "Malavi'ye girmem", yani vize ve triptik işlemlerini yeniden yapmam gerekiyor. Ne yapalım! Akılsız başın cezası... Ama, bu kadarla kalmadı iş. Dedim ya, ben daha Zambiya'ya girmediğimi sanıyordum ama, sınır görevlileri öyle düşünmüyorlardı ve benim için bir "sınır dışı edilme" belgesi düzenlediler. "Hop yahu! Ne oluyoruz?" derken bunu bir de imzalamam için önüme koydular. İmzalamazsam pasaportuma el koyacaklar. Sınırdan daha girmediğimi, dolayısıyla sınır dışı edilmemin de söz konusu olamayacağını söylediysem de, bunun normal prosedürleri olduğunu belirttiler. Mecburen imzaladım tabii ama, belgenin bir kopyasını da istedim, "ibret-i alem" olsun diye. Vermek istemediler; sonunda ben "imzalamayı", onlar da belgenin bir kopyasını bana vermeyi, karşılıklı kabul ettik. Hayatımda ilk defa bir ülkeden sınırdışı ediliyordum. Söylene söylene Lilongwe'ye geri döndüm. Saat 16:55'te Lilongwe'deki Zambiya Yüksek Komisyonu binasının önündeydim ama, mesai saat 16:00'da bitiyormuş. Ve günlerden Cuma. Yani Pazartesi'ye kadar Malavi'de "çakılıyım". Pazartesi'ye kadar diyorum, sanki bir günde vize alacakmışım gibi. Korea Garden Lodge'a dönüyorum kös kös. O akşam ne yapacağıma karar vermek için erkendi; hem gergin olduğum için sağlıklı düşünemiyordum, hem de vize işleminin ne kadar süreceği konusunda bir fikrim yoktu. Bana "bir hafta sonra gel" derlerse bekleyecek miydim,  bilemiyorum. Kaldı ki, "sınırdışı" edildiğim bir ülke bana vize verecek miydi, bu da meçhuldü. Her ne kadar sınır görevlileri bunun gerçek bir sınırdışı işlemi olmadığını söyleseler de... Neyse! En azından hafta sonunu oralarda geçirmek zorundaydım. Ertesi günü hafta sonunu geçirmek üzere Salima'ya, Stuart Grant'in çiftliğindeki konak yerine gitmeye karar verdim.


Stuartlar'ın evi ve konaklama yeri kıyıdaki ağaçların içine gömülmüş


Cumartesi günü öğle saatlerinde oradaydım. Akşama kadar kitap okudum, uyukladım, göl kıyısında gezindim, yazı yazdım. Akşam üzeri bir ara bara gittiğimde, bankonun üzerinde anı defteri açık duruyordu; benim notumun altında web sayfamın başındaki fotoğrafımın yapıştırılmış olduğunu gördüm.

Akşam üzeri Stuart kapımı çaldı. Akşam yemeğinden sonra barda buluşmaya karar verdik. Stuart'la muhabbetimiz geç saatlere kadar sürdü. Yattığımda saat kaçtı, hatırlamıyorum. Ama, restoran/bar/resepsiyonun ışıklarını söndürüp, kapısın kilitlerken Stuart'ın şu sözlerini ertesi geceki muhabbet sonrasında da tekrarladığını hatırlıyorum: "Gece geçen bir gemiydin. Ama, bu gemi geri döndü".

69 yaşına meydan okuyan hafızası beni büyüledi, doğrusunu söylemek gerekirse. Yıllar önce Lübnan'da karşılaştığı bir Ermeni kızının adından, 1962 yılında bir VW Beetle'la Cape Town'dan Avrupa'ya (dikkatinizi çekerim, benden 44 yıl önce ve bir Beetle'la) giderken Mısır'da karşılaştığı bir subayınkine kadar... İnsana "pes" dedirtecek cinsinden yani. İki geceki uzun sohbetler, Zambiya gerginliğimi aldı götürdü.

Pazartesi sabahı Zambiya Yüksek Komisyonu'nda, mesai başlangıç saati olan 09:00'da bulunmak için erkenden yola çıktım. Saat 09:20'de kapıdan içeri girmiştim. Resepsiyondaki bayan, "bizim grup" ülke vatandaşlarının vize müracaatlarının en erken 3 haftada sonuçlandığını, bundan önce vize almamın mümkün olamayacağını, vize müracaatlarının Lusaka'ya (başkent) fakslandığını ve orada üç haftalık "askı" süresinin geçmesinin beklenmek zorunda olduğunu söyledi. Ne askısı bu? Bizi mi asıyorlar acaba? Ben bir gün içinde vize alır mıyım, diye düşünürken 3 hafta beklemek... Yetkili birisiyle görüşmemin faydasının olup olmadığını sordum. Hiç tahmin etmediğini, ama istersem vize ofisindeki görevliyle görüşebileceğimi, fakat kendisinin o anda orada bulunmadığını, saat 14:00 gibi gelmemin uygun olacağını söyledi. "Sınırdışı" edilmemden bahsettim. Normal prosedür olduğunu, geçenlerde de bir Pakistan vatandaşının aynı durumda müracaat ettiğini belirtti. Pasaportumu istedi, verdim. Sayfalarına bir göz attı ve bana Zambiya sınırında vurulmuş olan "Giriş" damgasını gösterdi. Hiç farkına varmamıştım; "Ama ben ülkeye girmedim ki. Bu damgayı vurmaları doğru değil" dedim, pek anlatamadım derdimi. Saat ikide gelmeliyim anlaşılan. Gerçek olan, benim 21 gün beklememin söz konusu olmadığıydı ve rotayı Mozambik'e çevirmekten başka çare gözükmüyordu. Victoria Şelalesi, Kalahari Çölü ve İskelet Sahili programı "yatmıştı" anlaşılan. Bundan sonrasını kurtarmak için, Mozambik ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne giriş için vize şartlarını birkez daha kontrol etmem gerekiyordu. Seyahate başlamadan önce Türkiye'deki Güney Afrika Cumhuriyeti Büyükelçiliği'nden Türk  vatandaşlarına vize gerekmediğini öğrenmiştim. Mozambik için de sınırda vize alınabildiğini -birkaç yıl önce Atlas Dergisi'nde çıkan bir yazıda- okumuştum. Ama Zambiya hezimetinden sonra, durumu teyit amacıyla bu iki ülkenin temsilciliklerine bizzat gidip görüşmenin doğru olacağına karar verdim.

Mozambik'te sorun yoktu; vizeyi ister temsilcilikten hemen, istersem sınırdan alabiliyordum. Güney Afrika Yüksek Komisyonu'nda ise beni bir sürpriz bekliyordu. Müracaattaki adam, ülkeye giren herkesin vize alması gerektiğini ve bunun da ancak temsilcilik kanalıyla yapıldığını ve işlemin birkaç gün süreceğini söyledi. Türkiye'deki elçilikten vizeye ihtiyaç olmadığını öğrendiğimi belirttim. İçeri gitti ve yanında sarışın, irice bir bayanla döndü. İrice bayan bana Malavi vatandaşı ya da Malavi'de oturma iznine sahip birisi olup olmadığımı sordu. Her iki şerefe de nail olmadığımı belirtince, "Sizin vize müracaatınızı kesinlikle Türkiye'den yapmanız gerekiyor" dedi. Kadına Türkiye'deki temsilciliklerinin Türk vatandaşları için vize gerekmediğini söylediklerini, sırf vize almak için uçakla Türkiye'ye gitmemin mümkün olamayacağını anlattım. Bir yol bulmasını rica ettim; örneğin Türkiye'deki elçilikleri ile ilişkiye geçip vize müracaatımın Malavi'den yapılması gibi... Biraz beklememi söyleyip içeri gitti. Ben de Türkiye'yi arayıp elçilikle görüşmelerini isteyecektim. Bu sefer de GSM şebekesi bloke durumda ve arama yapamıyorum. Neyse ki SMS gönderebiliyordum ve SMS'le elçilikten durumu soruşturmalarını istedim. Cevap mesajı bir süre sonra geldi: "Türk vatandaşları için vize gerekmiyor!". Sarışın hanımı beklemeye başladım. Birazdan kaybolduğu kapıdan çıkageldi. O söze başlamadan durumu tekrar sordurduğumu ve Türkiye'deki Büyükelçilik yetkilisinin vizeye gerek olmadığını özellikle belirttiğini söyledim. Çok sinirlendi ve "Bana o görevlinin ismini öğrenebilir misiniz?" diye sordu. Olur da, bu benim ne işime yarayacak? Neyse, öğreneceğimi söyledim. İşten mi attıracak acaba? Yine aynı kapıdan kayboldu. Ben bu arada mesaj yazmaktan patlıcan gibi olmuş parmaklarımla (zaten biraz irilerdir) personel ismi öğrenmeye çalışıyorum. Birazdan sarışın hanım alı al, moru mor kapıdan belirdi yine. Binbir özür, "ay Vallahi bilgisayar bağlantısı kesikti de, şimdi geldi de, oradan öğrendim de" yalanları (bu "bilgisayar" kurtuluşu da olmasa neye sığınacaklar, bilemiyorum)... Ve Türk vatandaşlarına vize yokmuş. E, biz ne diyorduk burada bir saattir? "Ama" dedi, "30 günden fazla kalacaksanız vize gerkir haa!". Yavrucuğum, ben sana en fazla 2 hafta kalacağımı söylemiştim ya! Neyse! Eşeğime yeniden kavuşmuş olmanın sevinci içindeyim ya, affettim artık kadıncağızı. Uçarcasına kapıdan çıktım. Olur ya, fikir değiştirirler falan...

Hedef Mozambik. Akşam Malavi'nin en büyük kenti olan Blantyre'a varmam lazım. Marketten yolluk birşeyler alıp basıyorum gaza.

Blantyre
Avrupalılar'ın Malavi'deki ilk yerleşimleri, Blantyre. Adını David Livingstone'nun İskoçya'daki doğduğu kentten -aslında köyden- alan Blantyre, 1876'da İskoç Kilisesi tarafından Blantyre Misyonu adı altında kurulmuş. İlk başkanı Papaz Duff Macdonald dönemi, uyguladığı baskıcı rejimi ile İngiliz basınıda skandala sebep olunca, misyonda görev alanlar açığa alınmış ve Macdonald'ın yerine 1881'de Papaz Clement Scott atanmış.

Koloni döneminin izlerini yansıtan birçok bina, tarihini anlatıyor Blantyre'ın. Şehrin expat'larının (İngilizce "expatriate"in kısaltılmışı, kendi ülkesi dışında yaşayan kişiler için kullanılan bir deyim) ve sırt çantalı turistlerinin en çok rağbet ettikleri Doogle's Backpackers Lodge'da kalacağım. Burası, mevkii itibariyle -özellikle akşamları- pek tekin bir muhitte yer almasa da, sınırlarından içeri girdiğinizde (eğer girebilirseniz), güvenli bir konaklama yeri. İyi korunan park yeri, gecenin geç saatlerine kadar (ya da sabahın erken saatleri) kalabalığı, gürültüsü ve hareketi eksik olmayan barı, pool'u (bu kültürüm pek yoktur ama, burada ufak boyuttaki cepli bilardoya pool deniyor, ben bile arada "attım"), barkovizyon televizyon yayını (özellikle -galiba- Avrupa Kupası maçları çok heyecan yaratıyordu, ben bile Juventus-Arsenal maçını zenci-"renkli"-expat "dostlar"la izledim), havuzu ve geniş yelpazede konaklama seçenekleri ile iyi sayılır. Ama, pek temiz olmayan bir oda için biraz pahalı geldi bana, yaklaşık USD21.50 (kahvaltı hariç). Ertesi günü, Doogle'sa yakın daha ucuz bir yere taşındım ama, Doogle'sın titreşimi de beni çekti, açıkçası. Gece geç saatlere kadar oradaydım yine. Yıllar önce Ankara Bahçelievler'deki Platin Kahvehanesi'nde (sonradan bazı "sebepler"den dolayı gidemez olmuştuk, yerine Bahçelievler'deki başka bir kahvehaneye gitmeye başlamıştık ama, ismi gelmiyor hatırıma) öğrendiğim bilardoyla, yine de çocuklarla (eee, yaş ilerleyince "onlar" çocuk oluyor tabii) hoş vakit geçirdik açıkçası. Evet, Blantyre'da iki gece geçirdim. İkinci gece kaldığım otelden Doogle'sa giderken yolda biraz "rahatsız" edildiysem de (daha sonra eski dost Chris, aynı yerde "soyulma" tehlikesi geçirmiş, yazdığına göre)...

Son olarak, Malavi'nin yakın geçmişi; bağımsızlık ve sonrasından bahsedip, yazıyı noktalayacağım.
1907'de İngiliz Merkezî Afrika Himaye Ülkeleri iki bölgeye ayrılmıştı: Kuzey Rodezya (şimdiki Zambiya) ve Nyasaland (Malavi'nin koloni dönemindeki adı). Koloni dönemi boyunca, Kuzey Rodezya, Güney Rodezya (şimdiki Zimbabve) ve Nyasaland arasında güçlü bir bağ vardı, 1953 yılında federasyon olarak birleştirildiklerinde doruğa ulaşan. Doğal kaynaklarının kıtlığı ve nüfus yoğunluğunun azlığı nedeniyle tarım alanlarının verimli kullanılamıyor olması sonucu Nyasaland, bu üçü arasında en az gelişmiş olanıydı. Bu nedenle, çalışabilen erkek nüfusun büyük çoğunluğu, çevre ülkelere iş bulmak için akın ettiler; özellikle ucuz iş gücüne ihtiyaç duyulan maden ocaklarının olduğu komşu ülkelere.

Malavi tarihinde, ulusalcılık akımlarının başlamasına neden olan birçok faktörün başında Etiyopya'nın (ki, Etiyopya bölümünden hatırlarsanız Afrika'nın sömürge görmemiş iki ülkesinden biridir) 1896 yılında İtalyanlar'a karşı kazandığı Adwa zaferinin yarattığı coşku gelir. Etiyopya kilisesinin etkisi ve Jamaika'lı Etiyopyanist fikir adamı Marcus Garvey'in "Afrika Afrikalılar'ındır" felsefesi ile yoğunlaşmaya başlayan hareketler, Dr. Hastings Kamuzu Banda'nın da içinde olduğu bir grubun Afrika'nın birçok ülkesinde bağımsızlık fikirlerini yaymasına yol açmıştır. Bu grubun içerisinde, sonradan kendi ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmasını sağlayacak olan Kenyalı Jomo Kenyatta ve Ganalı Kwame Nkumah da vardır.

Amerika'da, Nashville/Tennessee'deki Mihary Tıp Koleji'nden mezuniyetinden sonra, İngiltere'de bir süre doktorluk mesleğini icra eden Banda, yıllardır karşı koyamadığı "Afrika Afrikalılar'ındır" çağrısına sonunda kulak verip, eski dostu, Gana'nın özgürlüğüne kavuşmasını sağlayan Kwame Nkrumah'ın yanına, Gana'ya gider. Federasyon sorunu çözülene kadar Nyasaland'a dönmemeye kararlıdır Banda.

Bu arada ülkede federasyona karşı başlayan hareketler koloni yönetimi tarafından şiddetle bastırılmaktadır. 1943 yılında kurulmuş olan ve Banda tarafından ekonomik olarak da desteklenen Nyasaland Afrika Meclisi'in (NAC-Nyasaland African Congress) yöneticilerinden Henry Chipembere tarafından ülkesine dönmeye ikna edilen Banda, 1958'de gelişiyl birlikte NAC'ın başkanlığını devralır. Şiddete dayanmayan bir protesto kampanyası başlatan Banda, 20 Ocak 1959'da, 60,000 parti üyesinin  katıldığı bir miting düzenler. Bu mitingde, bir grubun polis karakoluna saldırması ve polisin buna göz yaşartıcı gaz kullanarak karşılık vermesi, kısa zamanda ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanmaların başlamasına neden olur. Yine şiddetle bastırılan ayaklanmaların en fazla kan döküleni de Nkhata Koyu'nda gerçekleşir. Ülkede olağanüstü hâl ilan edilir ve NAC kapatılır. Banda'nın da aralarında bulunduğu yöneticilerinden çoğu tutuklanır.

İngiltere'nin federasyonda israr etmenin sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramayacağına kanaat getirmesi ardından Nyasaland'a federasyon içerisinde daha fazla otonomi verilmesi, Afrikalılar'ın seçme seçilme hakkı kazanması, 6 Temmuz 1964'te Nyasaland'ın Malavi adıyla bağımsız bir devlet olarak tanınması yolunu açan en önemli değişikliklerdir.

Koloni dönemi sonrası neredeyse tüm Afrika ülkelerinde (belki de hepsinde) yaşanan "demokrasiye geçiş dönemi"nde bağımsızlığın kazanılmasını sağlayan milli liderin sonradan diktatörlüğe varan depot yönetim eğilimleri Banda'da da görülüyor. Her ne kadar Amin gibi kanlı olmasa da, zaman zaman politik rakibi olarak gördüğü kişilerin şüpheli ölümleri, Banda'nın da dikensiz bir gül bahçesi yaratmak için gerekli "temizliği" yapmak "zorunda bırakıldığı"nı hatırlatıyor insana. Ancak, 95 yaşına geldiği 1993 yılında görevi bırakana kadar da, özellikle kırsal kesimde hala saygı duyulan bir "milli şef"ti, Banda.

Kısıtlı doğal kaynakları ve tarıma dayalı bir ekonomi için yetersiz nüfusuyla, ekonomik sorunlarının üstesinden gelmekte zorlanan Malavi, gelecekte de bu sorunlarla birarada yaşamaya devam edecek gibi. Ancak, koloni döneminden kalma oturmuş ve düzenli altyapısı, kısıtlı olanaklara rağmen rahat ve  sakin bir ülke imajı yaratıyor, ziyaret edenlerin gözünde. Gidilmesi gereken ve dinlendirici bir tatil geçirilebilecek Afrika ülkelerinden, Malavi.

Blantyre'dan ayrıldığım 29 Mart Çarşamba günü, Malavi sınırından Mozambik'e doğru geçiyorum.
Gelecek yazıda, Mozambik'te görüşmek dileğiyle...


Not: 
Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Tanzanya : 2-son (Tanga-Dar es Salaam-Zanzibar) 

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.
 kaynak: http://www.gezialemi.com

Yorum Gönder Blogger

DİKKAT!
İfadeler şekiller, jpg, gif, png,bmp formatlarında resim, foto, video, müzik ekliyebilirsiniz.Resim eklemek için-- [img] resim linki [/img] // Müzik eklemek için :-- [nct]Müzik linki [/nct] Youtube Video ekleme:-- [youtube] Youtube Video Link [/youtube] Link kapanış kutucukların arasına boşluk bırakın
***KÜFÜR HAKARET İÇEREN YORUMLAR SİLİNECEKTİR***
Gülen ifade eklemek için işaretleri kullanın
:) (: :)) :(( =)) =D> :D :P :-O :-? :-SS :-t [-( @-) b-(

 
Top